27 Nisan 2010 Salı

Sütçümüzü geri istiyoruz!





Aşağıda okuyacağınız 20/09/2009 tarihli Radikal'den:

Adını, sanını, derdini tasasını bildiğim manavımı istiyorum” deyin.

SUNAY DEMİRCAN (Arşivi)
Markete gittiniz. Yeşil sapları, şık karton kutuları, minik yeşil etiketleri, tek renk, tek ses, tek yürek halleri, yüksek fiyatlarıyla tezgahların yıldızı, kan kırmızı domatesler. Yemediniz mi daha? Yiyeceksiniz! Zira onlar, modern dünyanın gurur kaynakları. “Tatmin olma” duygusu köreltilmiş, “yeter” sözünü defterinden çoktan silmiş insan evladının zeka ürünleri onlar. Onlara şimdi domates diyorlar. Devasa seralarda, tümüyle bilgisayar kontrolünde, topraksız koşullarda (su kültürü) yetişiyorlar. Her birinin köküne birer serum hortumu bağlı, damla damla dökülüyor azotlar, fosforlar, kalsiyumlar... Hava mı lazım? Pompalar var, suyun içine gerektiği kadar hava basıyor. Güneş mi lazım? Cıvalı ampuller var, fotosentezi artıran yüksek basınçlı ışık basıyor. Kuş mu lazım? Aşkolsun! Zamanı gelince, salınıyor bambus arıları içeri, dölleniversinler, kurda kuşa muhtaç olmadan. Çünkü onlar doğanın güvensiz derbederliğine terk edilemeyecek kadar değerliler. Onlar, öbür dünyaya giderken yanımızda götüreceğimiz yatlar, katlar, plazmalar, plazalar...Hâlâ markettesiniz. Süt içip kemikleri geliştirmek gibi bir inancın peşinde, dolaşıyorsunuz raflarda. O, beyaz sıvının içinde protein, vitamin, bir sürü bakteri, mineral filan olduğunu düşünüyorsunuz. Nasıl söylemeli, bilmem ki? Aramızda kalsın ama, onun içinde artık bir şey yok! İyisi mi bunu size, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Aydın söylesin: “Süt sağlıklı bir içecekken, raf ömrünü uzatmak için pastörizasyon, yüksek ısı uygulaması (UHT) ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline getiriliyor. Bu işlemlerle sütün içindeki tüm bakterileri öldürülüyor. Pastörizasyon, sütün vitamin ve mineralle zenginleşmesini engelliyor, sindirim enzimlerini tahrip ediyor, tahrip olan ve sindirilmeyen protein parçacıkları, bağırsaktan kanımıza geçiyor, vücut da bunları düşman olarak algılıyor ve bağışıklık sistemini tahrip ediyor. İnsan vücudu tahrip oluyor ve alerjik hastalıklara, bağışıklık sistemi hastalıklarına, romatizmal hastalıklara neden oluyor. Çocuklarda görülen kronik orta kulak iltihabının altında da süt kullanımı vardır.” Hadi bunları geçtik bir kalem. Siz o sütü veren ineğin başına gelenlerden haberdar mısınız? İnek inek olmaktan çıkalı çok oldu. Ağaç talaşı, mermer tozu dahil önüne konan her şeyi yiyen, bol hormon ve antibiyotikle ayakta durabilen, deri kaplı et parçaları onlar. Günde 100 kilo süt veren inek yaptılar! Ne demek biliyor musunuz bu? Alışverişe devamMarket arabasını sürmeye devam. Üzümleri gördünüz mü? Sanki bağdan yeni gelmişler. Dipdiri, ipiriler. Nereden geliyor bunlar? Şili’den. Şili mi? Evet! Kaç gündür buradalar? Üç-beş gün oldu. Düşünün, Şili’nin bir köyünde topluyorlar bunları. Uzun yolculuklar sonunda buralara geliyor. Bir süre bizim manavda bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de üç-beş gün daha, bana mısın demiyor mübarek. İyi ama, nasıl? Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela: Dane büyüklüğünü artırır, dane ağırlığını artırır, dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir, tam olgunlaşmada bile daneye parlak sarı yeşil rengini verir, güçlü üzüm çöpüne rağmen dane sıkıca sapa bağlı kalır, bu yüzden yükleme taşıma esnasında danelenme nedeniyle olabilecek kayıplar azalır, dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar, kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir, yüksek kalite ve standart sağlar, raf ömrü uzar. “Oyy! İçime fenalık geldi, çıkart beni buradan” diye feryatlar eden okura biraz sabır. Kayseri’ye gittiniz, eh dönüşte adettir memlekete biraz mantı götürülür. En ünlü mantıcının önünde durdunuz. Yol uzun ama mantılar vakumlu paketlerde, hiçbir şey olmaz bunlara. “Taaa Amerika’ya gönderiyoruz biz, hiç merak etmeyin” diyor satıcı. Aldınız birkaç paket, doğru evdeki derin dondurucuya. Günün birinde canınız çekti, attınız mantıları kaynar suya. Ama bu nasıl tat? Kıyması mı farklı, ne? Cahillik içinde yüzen okura bir bilgi daha: O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazının zamanla gıdayı zehirlemesinden kaynaklanan tat. Şimdilerde adlarına “gıda gazı” diyorlar. Besinlerin raf ömürlerini uzatmak için içlerini gazla dolduruyorlar. Azot gazı da oksijen istenmeyen durumlarda inert atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor. Mesela, taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün. Yasal bunlar, girin internete “gıda gazı” diye, görün neler yediğinizi raf ömrü uğruna. Daha durun! Petunya ve karnıbahar geni konmuş mısırlardan yapılan cipsleri de yiyeceksiniz. Geceleri de bahçenizi denizanası geniyle donatılmış buğdaylarla aydınlatacaksınız. Diyebilirsiniz ki, “hep olumsuz tarafından bakma, bu gelişmeler olmasa açlığın önüne geçilemez”. İyi ama açlığın nedeni gıda üretimindeki yetersizlik değil ki! Tam tersine, bugün dünyada gıda üretiminde fazlalık var. Öyle ki, tüm üretilen besinleri toplayıp dünyadaki insan sayısına bölseniz, kişi başına günlük 2720 kilokalori gıda düşüyor. Bu hepimizi besler de, yusyuvarlak bile yapar. Sorun gıda üretiminin yetersizliği değil, aç olanların gıda alacak paralarının olmaması.Ama, daha da vahimi, biz de o süt, domates, üzüm gibi oluyoruz. Neye ağlayıp neye güleceğimizi birileri bize anlatıyor. Kimi sevip kimden nefret edeceğimizi de. İnsan ilişkilerini artık klavye ve monitor üzerinden kuruyoruz. Tanışmadığımız insanlarla klavyelerle kavga ediyoruz. Gün geliyor, öldürüyoruz. Adına “bilgi” dedikleri rafine verilerle zihnimizi doldurup enselerinde barkod yapıştırılmış mamül ürünler oluyoruz. Bir an önce çıkmak lazım bu marketten, hadi durmayın, acele edin. Çıkın dışarı, “Ben sütçümü, yoğurtçumu istiyorum” deyin. “Eciş bücüş mısırları, yamuk yumuk pembe domatesleri de istiyorum” deyin. “Adını, sanını, derdini tasasını bildiğim manavımı da istiyorum” deyin. Hele bir başlayın istemeye, arkası gelir mutlaka. Benden söylemesi, yoksa yapıştıracaklar barkodu ensenize.



O güzelim kapı sütünü artık ara ki bulasın!Ama çok şükür aradım ve buldum! Her pazar Ayaş'tan Ümitköy'e getiriyor sevgili sütçümüz,biz de müdavimi olduk.:) Orada oturanlar uzun zamandır kendisinden alıyormuş,şimdiye kadar da bir şikayetleri olmamış.Aslında en güzeli ve benim asıl istediğim güzel bir mandıra bulup,gidip hemen gözümüzün önünde sağılır sağılmaz almak.O sütü kaynatınca üstünde 2-3 parmak kalınlığında kaymağı olurmuş nerdeyse.Bu aldığım da kaymak bağlıyo ama o kadar değil tabii.Olsun,pastörize sütlerden sonra buna da şükür tabii.Güzelce topluyorum kaymağı,üstüne pekmez döküp Ali'ye yediriyorum kahvaltısında.

Yoğurdu da güzel oluyor ama hala biraz sulanma sorunu yaşıyorum nedenini çözemediğim.Metal değdirmiyorum,cam kasede ve ideal ısısında mayalıyorum,kasenin kapağını tam kapatmıyorum ki,buharlaşan su tekrar içine damlayıp sulandırmasın diye ama yine de öyle taş gibi bi yoğurt yapmayı beceremedim.Deniyorum bakalım hala...

Yakın bir zamana kadar kutu süt içiyordum evet,normali çok gaz yaptığı için laktozsuz olanı tercih ediyordum.Her şeyin doğalını tercih ederim aslında hep,mevsiminde olmayan şeyi yemem,kışın mesela domates,salatalık,biber,patlıcan,kabak girmez bizim eve.Ama bu süt olayında niye bu kadar geç kaldım diye kızıyorum şimdi kendime.Kimseye 'siz de açık süt alın' demiyorum tabii,herkesin kendi bileceği iş ama artık bizim eve kutu süt girmiyor.Süt ile ilgili doğru bildiğimiz yanlışları buradan indirip okuyabilirsiniz.Ayrıca pastörize süt mü çiğ süt mü?Mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.Ayrıca http://www.beslenmebulteni.com a girerek biraz göz gezdirirseniz faydalı daha birçok şey öğreneceğinizden eminim.
Market raflarında sütler çeşit çeşit.Omega 3 lüsü,kalsiyumlusu,laktozsuzu... Bunlar insan sağlığına faydalı olsa zaten doğada bu şekilde bulunurdu öyle değil mi?Artık tek referansım doğa benim.Zaten öyleydi de yine de az da olsa düzene uyuyordum.Ama artık içim almıyor valla hazır gıdaları,kutu sütleri,antibiyotikli tavukları.Her şeyi okurken,bilirken,özellikle beslenme konusunda bu kadar bilinçliyken bana dayatılan şeylere razı olmak istemiyorum! 'Napalım, bize sunulan bu'' deyip kaderci olmak,'herkes yiyiyor işte noluyor sanki?' deyip kolaya kaçmak istemiyorum.Saf,doğal,rafine bir beslenme istiyorum kendim ve ailem için...

Ağzımıza attığımız her lokmanın önemi var.Ne yiyorsak oyuz çünkü.Yediklerimiz ilaçlarımız.Özellikle çocuk olduktan sonra insan daha da bir hassaslaşıyor bu konuda. 6. ayla 7.ay arasında,katı gıdalara geçiş döneminde her gün olmasa bile hazır mama kullandım gece tahılı tarzında olanlardan,itiraf ediyorum.Ama artık boğazından doğal olmayan tek bir lokma bile geçsin istemiyorum. 'Ne zamana kadar koruyacaksın?Nasıl olsa yemeyecek mi günün birinde?' diyenler oluyor.Benim de bu mantığı aklım almıyor.Ne yani,günün birinde yiyecek diye şimdiden dayamaya başlayayım öyle mi?Günün birinde sigara da içebilir veya dumanlı ortamlarda bulunabilir diye ondan da sakınmayayım o zaman,dumanaltı yerlerden çıkmayalım.Nasıl bir mantık bu?Bir anne olarak tabii ki bu konuya oldukça önem vericem ama kontrol benden çıktığında da ne isterse onu yapacak.Fakat genellikle ailesinden neyi,nasıl gördüyse öyle yapıyor insan,bunu da unutmamak lazım.

Beslenme konusunda ne yediğiniz kadar miktarı da önem arz ediyor.Evet ben evime kutu süt,antibiyotikli tavuk,margarin vb. sokmayacağım belki ama bir tatile veya dışarda yemeğe gittiğimizde ne olacak mesela?Orda da ben yoğurdumu kendim mayalayacağım veya ben köy tavuğu isterim diyecek halim yok herhalde.Sağlığım için iyi bir şey yaparken;imkan olmadığı durumlarda da kendimi strese sokup sağlığıma daha büyük zarar verecek değilim.

Siz nelere dikkat ediyorsunuz kendi beslenmenizde veya çocuğunuzun beslenmesinde?

19 Nisan 2010 Pazartesi

Doğal Ebeveynlik (Attachment Parenting)




Doğal ebeveynlik son zamanlarda ortaya çıkmış, modern, karışık, uygulaması zor bir yöntem değildir. Tam tersine insanoğlunun doğasında olan, içgüdüsel ve en eski zamanlardan beri uygulanan ebeveynlik şeklidir. Ancak son zamanlarda bu kadar gündeme gelmesinin ve yeni bir akım gibi algılanmasının nedeni artık günümüzde kabullenilmiş modern gibi algılanan ebeveynlik yöntemlerinden çok farklı olmasıdır. Modern olarak düşünülen uygulamalar anne ve babanın rahatlığına öncelik verir. Yani bebeğiniz nasıl daha kolay bir bebek olur ve sizin hayatınız bu zor dönemden en az hasarla nasıl etkilenmeden çıkar ona odaklanır. Bebeğinizin iç dünyasıyla, neler hissedebileceğiyle fazla ilgilenmez. Çocuğu ağlatarak uyutmaya çalışmak buna en güzel örneklerden biridir. Bazı bebeklerde bu yöntem işe zaten yaramaz, yaradığı durumlarda ise bebek pes etmiş, ilgisizliği kabullenmiştir. Sadece sesi çıkmıyordur ama neler hisssettiğini tahmin etmek çok zor değildir.

Kucağa alıştırma, ağlayarak uyut ki kendi kendine uyumayı öğrensin, dakika başı çocuk emzirilir mi, gece ayrı odada yatır gibi tavsiyelere uymak hiçbir zaman içimden gelmemişti zaten.Aslında şimdiki aklım olsa ayrı oda bile yapmazdım boşuna masraf edip.Ali ne zaman artık kendi odasında yatmak istediğini söylerse odasını o zaman kullanmaya başlayacak.

Belki bu söylediklerim birçoğunuza ters gelebilir ama ebeveynlikle ilgili bütün öğretilenleri bir kenara bırakıp sadece iç sesinizi dinlerseniz mutlaka derinlerde bir yerde bunları duyarsınız.Daha doğduğu andan itibaren bir bebeği disipline etmeye çalışmak neyin nesidir Allahaşkına?Nasıl bir hırstır?Yok şu aydan itibaren odasını ayırmalıyız,yok kucağa alıştırmamalıyız;dürüstçe düşünecek olursak, nasıl bir bencilliktir?Daha hazır olmadan bağımsız bireyler olmaya zorluyoruz onları,halbuki her şey sevgi ve güven temeliyle akışına bırakılsa,bütün o olmasını istediklerimiz zamanı gelince kendiliğinden olur zaten öyle değil mi?Yatırdığımız yerden kalkacak gücü yokken belki övünüyoruz 'bizimki kendi odasında yatmaya alıştı.' diyerek ama parmaklıklardan kurtulmaya başladığında şaşırıp kalıyoruz ' aaa,hep bizimle yatmak istiyor,odamızdan çıkmıyor.' diye.Tam tersi olsa daha iyi olmaz mı?Doğrusu bu değil mi sizce de?

Hayatın her alanında herkes için geçerli aslında bu;yaşanılan dönemin gerektirdiklerine doymadan bir başka döneme geçilirse, o geçmiş(!) ama aslında bir türlü geçememiş dönem insanın karşısına bir sorun olarak çıkar hep,elinde olmadan geriye dönüp yapamadıklarını yapmak ister.O yüzden bebeklikten başlayarak her dönemin çok iyi doyurularak bir sonrakine geçilmesini doğru buluyorum.

Doğal ebeveynliğin gereklerinden biri de gece de aynı gündüz gibi çocuğun ihtiyaçlarına anında cevap verebilmektir.Burada şu süt sağma konusuna değinmek istiyorum yeri gelmişken.Mecbur olduğu için (çalışmaya başlamak gibi bir mecburiyet mesela) ya da çok istediği halde birebir emzirmeyi başaramadığı için sütlerini sağanları ayrı tutuyorum,ama sadece rahat etme,geceleri daha çok uyuyabilme adına yapılan süt sağıp biberonla başkasının içirmesi olayını pek doğru bulmadığımı belirtmek istiyorum.Sonuçta mesele çocuğun sadece 'o sütü' içmesi değildir ki. Emzirmek;onu göğsünüze almak,sizin kokunuzu alması,tenlerinizin birbirine değmesi ve sonuçta göğsünüzden ideal sıcaklığında ve kıvamında çıkan sütü içmesinden oluşan bir bütündür.Gece ağlayarak uyanan bir bebeğin asıl ihtiyaç duyduğu şey annesinin yüzü,sesi, kokusudur;babasının biberonla süt içirmesi değil.Tabii ki annenin de dinlenmeye,uyumaya hakkı var ama bunun için başka yollar aramak gerek kanımca.

Anne sütü bebeğin o anki ihtiyacına göre şekillenen mucizevi bir şey,içeriği günden güne değişiyor.Dolayısıyla sağıp,dondurucuya atıp,sonra içirmeyi de doğru bulmuyorum çok mecbur kalınmadığı sürece.Bir zararı olmasa bile o şekilde bir faydası olduğuna da inanmıyorum.

Babywearing, bizdeki 'kucağa alıştırmayın'ın tam tersine bebeği devamlı kucakta taşımayı savunuyor.Ben bu konuda biraz geç kaldım açıkçası ve pişmanım.İkinci çocuğumu doğduğu andan itibaren bu şekilde göğsümden ayırmamayı düşünüyorum.Yaklaşık 20 gün önce bir sleepy wrap aldım ve çok memnunum.Evdeyken bağlıyorum Ali'yi,çok güzel ve huzurlu uyuyor göğsümde.Dışarda da aynı şekilde,ikimiz de çok mutlu oluyoruz.Siz de ergo baby , moby wrap slingo veya sleepy wrap den birini tercih edebilirsiniz. Malum artık kangurular omurgaya orantısız basınç yaptığı için pek tercih edilmiyor.Aslında böyle bir şeyi para verip almak da anlamsız,yırtacaksın bir çarşafı caaart diye ortadan,bağlayacaksın bebeni de sırtına veya göğsüne,al sana çingenelerin,köylülerin hatta aslında batı dünyası dışındaki toplumların çoğunun çocuk taşıma biçimi.Öz 'babywearing' yani ! :)) Ne varsa eskilerde var,bunu hep söylerim,uygularım,buna hep inanırım.Yemişim batı dünyasını,yemişim avrupalı zihniyeti! :)

Yazının başında bebeklere disiplinden bahsetmiştim ya,buna yemek konusu ve uyku da dahil.İnsanoğlu acıkınca yer,uykusu gelince uyur öyle değil mi?Ama bizde özellikle 6 aydan sonra ek gıdaya geçildiğinde annelerle çocukları arasında kıran kırana bir yemek savaşı başlıyor ve kaybeden ne yazık ki genelde anneler oluyor.Bu da olayı akışına bırakmamaktan,kendi rahatsızlığını aynı bir ayna gibi çocuğuna yansıttığından oluyor bence.Saat saat belirledikleri yeme programına uymalarını istiyorlar çocuklarının.Sabah kahvaltıyla başlanıyor bismillah,kuşluk vakti meyve püresi,yok öğlen çorbası veya püresi,yok efendim akşam üstü yoğurdu,akşamları tahıl veya muhallebi tok tutması açısından.Bunlardan biri şaştı mı anne strese giriyor. :) Ondan sonra ya zorla yedirmeye çalışmalar başlıyor ya yemiyor diye sinirlenip bağırmalar ve başlayacak savaşın ilk kurşunları bu şekilde atılıyor.İnsan nesli bugüne kadar bu şekilde dört başı mamur bir beslenmeyle mi geldi peki sorarım size?Bizler bu şekilde her öğün bize özel hazırlanan pürelerle,mamalarla mı büyüdük?İşin sırrı bana kalırsa bu konuda da 'doğal' olmak.Doğaldan kastım iki anlamda:Birincisi evet doğal,mevsiminde,hazır paketli olmayan gıdalarla beslemek.İkincisi ise besleme konusunda kafaca doğal olmak. 'Aman şimdi şunu,saat beşte bunu yemesi gerek' demeden,ne kendini ne çocuğu strese sokmadan beslemek.Çocuk bi anda acıktı diyelim,telaşlanıp ona özel bir şeyler yapmaya koşana kadar,tenceredeki yemeğin suyuna ekmek doğrayarak da gayet güzel bir öğün geçirilebilir.Anlatabildim değil mi kafaca doğallıktan kastımı?Bunlar benim doğrularım tabii,herkes çocuğunu istediği gibi beslemekte özgür.

Çocuk aç olmadığını söylediği halde zorla yedirmenin veya yorgun olmadığını veya uykusu gelmediğini söylediği halde zorla uyutmaya çalışmanın altında yatan şöyle bir mesaj da var bence çocuğa verilen:Senin kendi temel ihtiyaçların hakkında bile bir fikrin olamaz,ben acıkıp acıkmadığını veya uykunun gelip gelmediğini senden iyi bilirim!' Çocuk da bir süre sonra buna inanıp kendi iç sesini dinlemez olabilir.Kendi hakkındaki en basit kararları bile başkalarının kendisinden daha iyi verebileceğine inanabilir.Ne dersiniz,olamaz mı?

Bilenler bilir, ben son derece ama son derece doğallık ve geleneksellikten yana olan biriyim her konuda ve bir anneyim çocuk yetiştirme konusunda.Doktor sözü dinlemem,kendi iç sesimi dinlerim.Bir hastalık halinde tabii ki modern tıbba ihtiyaç duyup gereklerini yerine getiririm yanlış anlaşılmasın ama aklıma yatmayan bir şeyi dünyanın en iyi doktoru söylese bile yapmam.Hele ki çocuk yetiştirme konusunda nerdeyse 5-10 senede bir birbirinin tam zıttı şeyler söylerken modern tıp,kendi iç güdülerimden asla şaşmam.Sonuçta doktorluk da bir meslek,iyi yapanı var kötü yapanı var öyle değil mi?İçime sinmeyen,aklıma yatmayan bir şeye sırf doktor dedi diye niye paye vereyim ki?

Bunlar benim doğrularım.Bilmem sizler de böyle mi düşünüyorsunuz? ''Aa!Tam benim düşündüklerimi yazmış.'' mı dediniz? Yoksa ''Hangi çağda kalmış bu?Neler saçmalamış böyle!'' mi? :)))


16 Nisan 2010 Cuma

Süt meselesi


Sezaryenle doğum yaptığım için sütümün tam olarak gelmeye başlaması 3 günü buldu.Alın işte sezaryenin en büyük olumsuzluklarından biri daha!Gerçi 'kurtarma' operasyonu dışında yapılmış sezaryenin hiçbir olumlu tarafı olamaz bana göre.Söylenen sözde(!) avantajları tamamen doktorların olayı kendilerine yontmaları,işlerine öyle geldiği için anneyi de bunların bir avantaj olduğuna inandırmaları.Artık doktorların büyük çoğunluğunun doktordan önce tüccar oldukları aşikar.İstisnalar,gerçekten vicdanlı ve işinin ehli doktorlar da yok değil tabii,onları ayrı tutuyorum,ama ne yazık ki o kadar az ki...Çoğu insan bunun farkında fakat işte bu sağlık mevzusu öyle hassas bir konu ki,hastaların içine ufak bir kurt düşürmek yetiyor olayı kendi istedikleri gibi yönlendirmek için.'Ya öyleyse?' diye ne derlerse boynumuzu büküyoruz,yalan mı?Söylenen her lafa kanmamak için insanın önce kendi bedenini çok iyi tanıması,kendi kendinin doktoru olması ve iç sesini dinlemeyi çok iyi bilmesi gerekiyor.


Süt olayına dönecek olursak...Ali 4 kg doğduğu ve dediğim gibi sütüm başta tam gelmediği için,mecburen ilk 3 gün mama vermek zorunda kaldık.Bu da bana çok ters bir olay olduğu halde,hiç moralimi bozmadım,kendimi üzmedim.Üçüncü günden sonra olay rayına oturdu ve ilk 6 ay gerçekten çok bol sütüm oldu.Hala emziriyorum tabii ve Ali istediği sürece emzirmeye devam edicem.Ben öyle 2 sene sınırlandırmasına falan da inanmıyorum.Evet iki sene sonunda zaten sütün bayağı bir azalmış oluyor yahut çocuk zaten kendi kendine memeyi unutup bırakma noktasına geliyor ve olay kendiliğinden kapanıyor.Ama ya bir süre daha emmeye devam etmek isterse?Napıcam yani?'Aa oğlum,senin süren doldu,kusura bakma' mı diyeceğim? Ne yani 24 ay emen çocuk atıyorum iki ya da üç ay daha emse nolur?Bunun ne gibi bir zararı olabilir? Böyle süre kısıtlamaları -bunun bir de 'iki ya da üç saatte bir emzireceksin' veya '6 aydan sonra geceleri emzirmenin bir faydası yok,kesmelisin' versiyonları vardır- hangi akıllardan çıkma ve hangi akla hizmettir?


Bana çok vahşice gelen şeylerden biridir emen çocuğu zorla memeden ayırmak.Mecburi durumları kastetmiyorum tabii ki,annenin paşa gönlü öyle istiyor durumundan bahsediyorum.Geçenlerde sabahları yayınlanan doktorum
programında 15 aylık oğlunu zorla sütten kesen bir anne vardı telefon bağlantısında.Kesmesi için bir sebep yok,artık kesmesi gerektiğini düşünmüş!Çocuk şimdi kafasını duvarlara vuruyormuş!Bu vahşet değildir de nedir?Nedir insanların doğaya bu kadar karşı gelmesi?Bu 'doğaya karşı gelme' olayını çok kullanıcam yazılarımda,birçok konuda çok fazla örnek var çünkü.


Emzirmede başarılı olmanın en önemli anahtar noktası emzirmeyi kafaya takmamaktır bence.Yok sütüm geldi,yok gelmedi derdine düşmeden,şu kadar zamanda bir emzirmeliyim kısıtlamalarına gitmeden,olabildiğince rahat, olayı akışına bırakmaktır.'Akışına bırakma' lafını da çok sık duyacaksınız,uyarayım :)


Mutluluk süt üretiminde önemli belki evet ama şöyle bir şey de var:Doğum sonrası depresyonu denilen bir hadise mevcut biliyorsunuz,ki ben de bundan nasibini fazlasıyla almış biriyim :) İlk 4 ay özellikle pek de mutlu mesut dolaştığım söylenemez ortalıklarda,ama bunun sütüme herhangi olumsuz bir etkisi olmadı.E böyle hormonların coşması,yeni bir hayata başlamanın getirdiği zorlu uyum süreci bu işin doğal seyrinin bir sonucuysa,yani bütün bunların yaşanması gayet normalse sütüm bundan neden etkilensin ki?Ya da o sinirim,moral bozukluğum neden sütümle çocuğuma geçsin ki?Doğa böyle bir şeye izin vermez bence.Çocuğun ve sütün bundan olumsuz etkilenmesi gibi bir şey olsa lohusalık depresyonu diye bir şey olmazdı,yanılıyor muyum?


İlk zamanlarda lohusa şerbetleri,helvalar,hurmalar,malt içecekleri,bulgur,soğan,oohh gelsin kavanoz kavanoz lalinellalar,nutellalar derken bende ne süt yapıyor ne yapmıyor ayrımına pek varamamıştım açıkçası :) Ama sonraları havuç,ısırganotu,rezene ve tavuğun bana acayip yaradığını anladım.'Tavuk ne alaka?' demeyin.İnternette süt yapan şeyleri okurken birinin tavuk yazdığını görüp gülmüştüm :) Aklımda tavuğu süt yapan şeyler kategorisinde bir yere yerleştirememiştim.Halbuki protein de süt yapımında çok önemli ama ne bileyim işte tavuk komik gelmişti.Sen misin komik bulan?Sonra bir gün gece çok sütüm oldu,akşam ne yedim diye düşündüm.Tavuk!Ertesi gün yine aynı,yine yediğim tavuk!Sonra tavuk yazana gülmemin cezası olarak herhalde her yediğimde göğüslerim çatlayacak gibi oluyordu :)) Ha bir de boza var tabii nasıl unuturum,her gece yatmadan koca bir bardak içiyordum.Böyle aylarca içtikten sonra bir gün bi bakayım dedim bunun kalorisi ne kadarmış diye,üstünde yazmıyor çünkü.Bi de ne göreyim,100 ml.sinde yani bir çay bardağında 250 cal. varmış!Ben bir de koca bir bardak içiyordum,neredeyse günde 1000 kaloriyi sırf bozadan alıyormuşum.Aman kalsın dedim ondan sonra,olmaz olsun onun yapacağı süt falan! :)


Her bünye farklı tabii,herkes kendine neyin yaradığını deneyerek ve biraz gözlemleyerek bulabilir.Bir diğer önemli nokta da bence vücudu içten ve dıştan sıcak tutmak.'Dikkat et üşütme,sütün üşür.' derler büyükler duymuşsunuzdur.Gerçekten doğruluk payı var bu sözde.Gerçi lohusalıkta üşümek bir yana,devamlı ateş basar insanı ama yine de dikkatli olmak gerekiyor.Sıcak içecekler tüketmek ve sıcak duş da çok iyi geliyor.



Son olarak şunu unutmamak lazım:'Hiçbir anne yoktur ki sütü yavrusuna yetmesin.' Afrika'da açlık sınırında yaşayan anneler de,sokaklarda gördüğümüz bir deri bir kemik kalmış köpekler de yavrularını besleyip ortaya çıkarmayı başarır.Yeter ki gereksiz endişelerle ve her kafadan çıkan seslerle sütünüzü ve keyfinizi kaçırmayın!

15 Nisan 2010 Perşembe

Travmatik bir doğum ve ardından yaşadıklarım...

Hayatım boyunca günün birinde yapacağım doğuma dair en büyük isteğim bebeğimi olabilecek en doğal biçimde dünyaya getirmekti.Normal demiyorum dikkatinizi çekerim;epiduralsiz,müdahalesiz doğal doğumdan bahsediyorum.Korkmayı bir kenara bırakın,gelecek olan her sancıyı sevinçle,heyecanla karşılamayı düşünüyordum.Tam tersine sezaryen ihtimaliydi beni asıl korkutan.
Nitekim,korktuğum başıma geldi.


Hata kimdeydi bilemiyorum.Bende mi?Doktorda mı?Ya da gerçekten bir hata var mıydı ortada?Gerçi doğumdan sonraki aylar boyunca doktorun adını bedduasız anmadığım olmadı ne yalan söyleyeyim yaşadıklarımdan ötürü,ama şimdilerde yavaş yavaş affetmeye başladım sanki;sadece doktoru değil,hayatımın o bölümünü ve kaderimi...Affetmeden,geçmişinle barışmadan yola devam etmek zor çünkü.Kalbinde o ağırlıkla önünde akmakta olan yolda rahat yürüyemiyorsun.Kafanın içi geçmişinle doluyken yeni hayallere yer açamıyorsun.


Aslında doğum hikayemi baştan sona ayrıntılarıyla yazdım buraya.Ama şu anda sildim çünkü aynı şeyleri yazarak tekrar tekrar hatırlamanın affetmeyi zorlaştırdığını ve üç dört satır yukarıda yazdıklarımla bağdaşmadığını gördüm.

Sonuçta kötü bir doğum geçirdim fakat bu da bana bir tecrübe oldu işte.Bundan sonra 'ben' nasıl istiyorsam öyle olacak,öyle akacak bu süreç.Kontrol benden çıkmayacak.Bebeğin veya benim hayatım riske girip de acil sezaryene mecbur olmadığımız sürece sezaryenin 's'si söz konusu bile olmayacak.Doğal doğum hakkımı hiç kimse,hiçbir doktor elimden alamayacak.Zaten artık çok araştırarak bulduğum,görür görmez de içimde sonsuz güven uyandıran,ssvd'ye (sezaryen sonrası vajinal doğum) hem sıcak bakan hem de defalarca uygulamış bir doktorum var.Bir daha hangi doktora güvenebilirim ben diye dövünürken ve düşünürken bir şekilde karşıma çıktı işte doğru insan.
Sadece geçmişimde acı bir iz bırakmakla kalmadı çünkü bu doğum,geleceğe dair hayallerimi de baltaladı.Halbuki hep üç çocuk isterdim.Fakat doğumdan sonra ikinci çocuğu ölsem yapmam,yapamam,bu acımı asla unutamam diyordum.

Ben geçmişimle barışırken,hayat da bana hayallerimi ve gelecek ümidimi geri veriyor.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Hadi bakalım başlıyoruuuz!

Eveeet,ne zamandır aklımda olan blog tutma macerama bugün itibariyle başlamış bulunuyorum.Gerçi istediğim sıklıkta yazabilecek vakti bulabileceğimden şüpheliyim ama elimden geleni yapmaya çalışıcam.Hem yazarak rahatlama,hem çeşitli konularda kimilerine doğru kimilerine yanlış gelebilecek fikirlerimi paylaşma hem de kendime özel bir alan yaratmış olma adına bu işe kalkıştım.

Evde 7,5 aylık bir canlı olunca mesai 24 saat oluyor benim için.Pek klasik bir söylem olacak ama günler nasıl geçiyor hakikaten anlamıyorum.Şikayetçi miyim?Hayır,alıştım.Alışmak her anne için biraz zaman isteyen bir olay zaten,buna başka bir zaman ayrıca değinicem.

7,5 aylık olanın yanında 372 aylık bir canlı daha var evimizde,ki kendisi sevgili kocam olur.Ona ayıracağım zamandan da asla çalmadan bir denge kurmaya çalışıcam.

Hadi bakalım,kendime kolaylıklar diliyorum!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...