16 Kasım 2011 Çarşamba

Küçük,kişisel bir tespit

Çok yakın bir arkadaşıma yazdığım mailin küçük bir kısmını buraya da taşımak istedim nedense:

''En azından biz,bizi geçmişte nelerin olumlu/olumsuz etkilemiş olabileceğinin,geçmişte yaşadıklarımızın bugünkü davranışlarımızı nasıl şekillendirdiğinin farkında olabilen,en azından bunları düşünebilen,değiştiremeyecek olsak bile kabul etmeye çalışanlardanız.Anneliğimin çok başlarında 'çocuğunuza şöyle demeyin,şöyle davranmayın,şu tepkisine karşılık şöyle bir yol izleyin.' gibi önerileri çok saçma ve yapmacık bulurdum.Hala da öyle buluyorum orası ayrı...Diyelim ki çocuk istenmeyen bir şey yapıyor,'Dur bi dakka, ne diyecektik,nasıl davranacaktık bu durumda falan diye kitap mı karıştırıcaz yahu?' diyordum. :) Doğal, olduğum gibi davranmak (sinirli olduğum anlar dahil) en güzeli diye düşünüyordum.Hala da öyle düşünüyorum orası ayrı...:) Demek istediğimi tam olarak anlatabilecek miyim bilemiyorum ama demek istediğim şu ki:Sokma akılla bir yere kadar gidilebiliyor.İnsan istediği kitaptan istediği kadar güzel ebeveynlik önerileri okusun,bunları içselleştiremediği;yani kendisi,geçmişi ve hayatıyla samimiyetle hesaplaşma cesareti gösterip önce kendi yaralarını iyileştirmediği sürece bütün o davranışları sırıtıyor,hepsi yapmacıklığını karşı tarafa hissettiriyor.Dediğim gibi ben de son iki senedir kendi üstüme bu kadar gidip,üzerime yığılanları kaldırmaya çalışmasaydım;dipte kalmış o saf,çocuk ruhumu bulup çıkarmaya uğraşmasaydım,onu ovup okşayıp parlatmasaydım,bu yapmacıklıktan payıma düşeni alacaktım.Ebeveynliğin sadece ailemden ve çevremdeki diğer ebeveynlerden gördüklerimden ibaret olduğunu zannetmeye devam etseydim,evet yine kendimce doğal davranıyor olacaktım ama çok daha sınırlı ve sinirli.Ve ezberci.İçime kazmayı vurup,kürekle kaldıdığım her öğretilmişliğin yerinde oluşan boşluğa kendi özgür irademle öğrendiklerimi,aklıma ve kalbime yatan tavsiyeleri yoğurarak yedirdim.Yine olmuyor mu tahammülsüz veya sinirli olduğum anlar?Tabii ki oluyor.Ama diğer türlüsüne oranla hem daha az,hem daha doğal.Neden daha doğal?Çünkü ezbere değil de ondan.Bana öyle bir davranış karşısında sinirlenmem öğretildiği için değil.O anda içimden gerçekten sinirlenmek geldiği için.O yüzden galiba,çoğu insanın kızacağı şeylere hiç kızmıyorum artık,çoğu kimsenin de kızmayacağı şeylere kızıyorum belki bazen... ''

17 Ekim 2011 Pazartesi

Modern Tıp Dini

Uzun zamandır modern tıbbın artık bir bilim olmaktan çok bir din olduğunu düşünüp duruyordum.Böyle düşünmemi gerektirecek nedenleri dilim döndüğünce anlattığımda Eren'e,yüzüme şaşkınlıkla bakıyordu.Ama hak da veriyordu.Bu önce şaşırma sonra hak verme durumunu son zamanlarda zaten sıklıkla yaşar olduk biz.Başlarda bizzat kendimin bile ön yargıyla yaklaştığı,'Yok artık!O kadar da değil!' dediği sünnet,aşı,evde doğum gibi birçok konuyu derinlemesine -ve daha da önemlisi ön yargılarımdan arınıp,yani 'open mind' olarak araştırıp- inceledikçe,sonunda vardığımız kararlarda hemfikir olduk.Evde,araştırma ve öğrendiklerimi aktarma görevi benim tabii,hak verme görevi de Eren'in. :)

Ne diyordum?Evet,modern tıbbın bir bilim değil din olduğu sonucuna varmıştım.Bu konu üzerinde biraz kafa yoran herkes ikisi arasındaki benzerlikleri zaten kolayca görecektir.İkisinin de temelinin ölüm ve korku üzerine kurulması,ikisinde de uzun yıllardır konuşulan ve tartışılan konular üzerinde bile hiçbir fikir birliği ve kesinlik olmayışı,ikisinin de herkesin kafasına göre yapacağı yoruma açık olması (Nasıl ki her din adamı binlerce yıllık ayet ve hadisleri bile farklı yorumlarsa,her bilimsel çalışma da her bilim adamı tarafından farklı yorumlanır.Bugün yaptıkları ve sonucunun 'kesin' olduğunu iddia ettikleri araştırmaları bile yarın rahatlıkla yalanlarlar.Dolayısıyla her araştırma sadece 'bugünlük'tür.Sağlığınızla ilgili kararları bunlara göre alırsanız,yarın son derece yanlış bir şey yaptığınızı görerek dövünmeniz işten bile değildir.Aşı gibi tıp dininin temelini oluşturan bir konuda dahi iki farklı doktorun bile hemfikir olduğunu görmek zordur misal.),ikisinin de 'niye?' sorusundan zerre kadar hazzetmemeleri,ikisinin de 'dediklerini yapmadığınızda' toplum tarafından anında göreceğiniz mahalle baskısı (son örnek bkz.Zeynep Casali'nin çocuğunu aşılatmayacağını söylediğinde gazetelere çarşaf çarşaf haber olması ve sevgili din pardon bilim adamlarının yani doktorların tıp dininde baskı nasıl olur açık açık gösterdikleri açıklamaları) bu konu üzerinde kafa yormak isteyeceklere belki ilham verici birkaç örnek olarak sayılabilir.

Ben bunları düşündüğüm daha doğrusu kafamda bir sonuca geldiğim sırada Amazon'dan beklediğim kitarplarım geldi.Özellikle iki tanesini dört gözle bekliyordum:'Confessions of a Medical Heretic' ve 'How to Raise a Healthy Child Inspite of Your Doctor?' İkisi de dünyaca ünlü 30 yıllık bir tıp doktorunun,bir pediatristin,Robert S.Mendelsohn'un kitabı.İkisi de dünya çapında çok satan kitaplar.İlkini iştahla açıp okumaya başladığımda gözlerime inanamadım.Durdum.Bir daha okudum.Eren evde yoktu,hemen telefona sarıldım kendim gibi düşünen bir insanın varlığını öğrenmenin,daha da önemlisi bunun bir doktor,yani bu işin içinden bir insan olduğunu öğrenmenin sevinciyle neredeyse ağlayacak gibi olarak:'Ereeen,Mendelsohn'u okumaya başladım.Adam daha kitabın başında ne diyor biliyor musun?'Tıp bir dindir.' diyor.Bütün demek istediklerimi,anlatmaya çalışıp da bazen belki anlatamadıklarımı yazmış.İnanamıyorum!'

İşte beni benden alan o satırlar:

''No wonder children are afraid of doctors.They know! Their instincts for real danger are uncorrupted.Fear seldom actually disappears.Adults are afraid,too.But they can't admit it,even to themselves.What happens is we become afraid of something else.We learn to fear not the doctor but what brings us to the doctor in the first place:our body and its natural processes.

When you fear something,you avoid it.You ignore it.You shy away from it.You pretend it doesn't exist.You let someone else worry about it.This is how the doctor takes over.We let him.We say:I don't want to have anything to do with this,my body and its problems,doc.You take care of it,doc.Do what you have to do.

So,the doctor does.

We don't say we know our doctors are good,we say we have faith in them.We trust them.


Modern Medicine can't survive without our faith,because Modern Medicine is neither an art nor a science.It's a religion.


Our definition of religion identifies it as any organized effort to deail with puzzling or mysterious things we see going on in and around us.The Church of Modern Medicine deals with the most puzzling phenomena:birth,death,and all the tricks our bodies play on us-and we on them-in between.

If people don't spend billions of dollars on the Church of Modern Medicine in order to gain favor with the powers that direct and control human life,what do they spend it on?


Common to all religions is the claim that reality is not limited to or dependent upon what can be seen,heard,felt,tasted,or smelled.You can easily test modern medical religion on this characteristic by simply asking your doctor why? enough times.Why are you prescribing this drug?Why is this operation going to do me any good?Why do I have to do that?Why do you have to do that to me?


Just ask why? enough times and sooner or later you'll reach the Chasm of Faith.Your doctor will retreat into the fact that you have no way of knowing or understanding all the wonders he has at his comment.Just trust me.


You've just had your first lesson in medical heresy.Lesson Number Two is that if a doctor ever wants to do something to you that you're afraid of and you ask why? enough times until he says Just Trust Me,what you're to do is turn around and put as much distance between you and him as you can,as fast as your condition will allow.


The first tool you must have is knowledge of the enemy.Once you understand Modern Medicine as a religion,you can fight it and defend yourself much more effectively then when you think you're fighting an art or a science.Of course,the Church of modern Medicine never calls itself a church.You'll never see a medical building dedicated to the religion of medicine,always the medical arts or medical science.


Modern Medicine relies on faith to survive.All religions do.For how else could any institution get people to do the things Modern Medicine gets people to do,without inducing a profound suspension of doubt?Would people allow themselves to be artificially put to sleep and then cut to pieces in an process they couln't have the slightest notion about-if they didn't have faith?Would people swallow the thousands of tons of pills every year-again without the slightest knowledge of what these chemicals are going to do-if they didn't have faith?''

Evet,işte aynen böyle.Altına imzamı atıyorum ben de.

Temel mesele ne peki?Temel mesele insanoğlunun ölümle 'hastalıklı' bir ilişkisi olması.Bu ilişki böyle devam ettiği sürece 'her türlü din' de var olmaya devam edecektir.

8 Eylül 2011 Perşembe

Siz plasentanızı ne yaptınız?

Şu anda bu yazıyı okuyan çoğu kadının başlıkta sorduğum soruya ne yanıt verdiğini duyar gibiyim:'Hastanede kaldı.Ne yapacaktım ki?'

Maalesef benimki de.

Ama ikincisine en az bebeğime sahip çıktığım kadar sahip çıkmaya kararlıyım.Adı üstünde değil mi zaten?Bebeğin eşi.

Doğadaki çoğu memeli doğumdan hemen sonra plasentalarını yer.Bunu içgüdüsel bir biçimde yaparlar.Hatta kedimin doğumuna yardım ettiğimde kendi gözlerimle de gördüm.Beş tane yavrulamıştı.Kiminin önce başı çıkmıştı,kiminin patisi.(Makat gelişi doğada da sıklıkla görülüyor yani.Acaba insanoğlu mu fazla abartmakta bunu da?) :) Sonuncuyu da doğurduktan sonra çıkan plasentayı silip süpürmüştü.

'Hayvanlar yapıyorsa bir bildikleri vardır.' diye düşünürüm hep.Bunda da var.Çünkü plasentanın içinde doğumdan sonra bir annenin bütün ihtiyacını karşılayacak besinler var.Demir deposu olmasının yanında,B6 vitamini ve oksitosin hormonu bakımından da çok zengin.

Ben dememiş miydim ikinci doğumumda aynı bir hayvan gibi davranacağım diye?Yani evet,ben bir kısmını yiyip,bir kısmını kapsüllemeyi planlıyorum.

'Plasenta encapsulation' dünyanın birçok ülkesinde birçok anne tarafından yapılıyor.Hatta son zamanlarda Avrupa ve Amerika'da da iyice yaygınlaşmaya başladı.Bu kapsüllere 'mutluluk kapsülleri' adını verenler var.Çünkü tecrübe edenlerin hepsi lohusalık depresyonu yaşamadıklarını,sütlerinin bol olduğunu,kendilerini daha enerjik ve 'normal' hissettiklerini,bebeklerinin ise gaz,huzursuzluk vb. sorunları daha az yaşayıp daha mutlu bebekler olduğunu söylüyor.

Geleneksel Çin Tıbbı'nda zaten binlerce yıldır uygulanmakta olan bir yöntem bu.Plasenta,önce çeşitli baharatlarla haşlanıp,sonra küçük parçalara ayrılıp,ardından düşük ısılı bir fırında uzun süren bir pişirme daha doğrusu kurutmadan sonra toz haline getirilip bitkisel kapsüllere dolduruluyor.Daha sonra isteğe bağlı tüketiliyor.

Eğer plasentanızdan faydalanmaya karar verdiyseniz 'encapsulation' tek yöntem değil.Küçük parçalara ayırıp meyvelerle karıştırarak kendinize güzel bir smoothie hazırlayabilirsiniz.Homeopatik bir remedy veya plasenta kremi yapabilirsiniz.(Yıllar önce öğrenmiştim plasentanın cilde çok iyi geldiği bilgisini.Hatta yurt dışında bazı hemşirelerin doğumdan sonra atılacak olan plasentayı alıp yüzlerine sürdüklerini duyduğumda çok şaşırmıştım.'Atılacak' lafın gelişi elbette,yoksa değerli bir tıbbi atık olduğu için plasentalar kozmetik firmalarınca toplanmakta ve zor ulaşılan pahalı kremlerin yapımında kullanılmaktadır,aynı sünnet derisi gibi.) İnternette biraz araştırırsanız,çorbasından makarnasına,birçok plasentalı tarif de bulabilirsiniz.

Hiçbir şey yapamıyorsanız ya da yapmak istemiyorsanız bile plasentanın üstündeki damarların aynı bir ağaca benzemesinden ilham alıp,yine yurt dışında birçok ailenin yaptığı gibi,aileniz için bir ağaç dikip altına gömebilirsiniz.

Bu konu ilginizi çektiyse buyurun lütfen,ilgili birkaç site ve bir video:

http://www.placentanetwork.com/

http://www.placentabenefits.info/

http://www.placentamom.weebly.com/

http://www.drmomma.org/2010/08/happy-pills-placenta-encapsulation.html




4 Temmuz 2011 Pazartesi

Gecikmiş bir evlilik yıldönümü yazısı

Hani evlenmeden önce insanlar genelde birbirlerine en iyi yüzlerini gösterirler ya;evlendikten,aynı evin içine girdikten sonra işler değişir ama,''Hiç tanımamışım...' bile der çoğu kimse iç çekerek...

Ben de yaşadım bunu.

Evlenmeden önce sürprizlerinle hiç durmadan şaşırtırdın beni.Aklımı alırdın.

Bir kadının bir erkek tarafından bu kadar 'güzel' sevilebileceği aklıma bile gelmezdi.

Evlendikten sonra gördüm ki,evet,hiç tanımamışım seni...

O gördüklerim buz dağının görünen kısmıymış,gerçek yüzünün çok azını göstermişsin meğerse.

Meğerse daha anlayışlı,daha şefkatli,daha düşünceliymişsin.

Daha sakin,daha cömert,daha aşıkmışsın.

Daha 'daha'ymışsın işte...

Bugüne kadar kavga sayılabilecek bir kavgamızın olmayışı bu ilişkinin bir tarafı 'sen' olduğun içindir.

Geçenlerde 'Seninle gurur duyuyorum.Hayata bakışımı ve yaşam tarzımı değiştirdin çünkü.' dedin ya...

Beni nasıl mutlu ettin.

Ama biz birlikte değişiyoruz sevgilim.

Ruhlarımızın arasından su sızdırmıyoruz,ne güzel...Aşkımız,ruhlarımızın yaşadığı en güzel insani deneyim bence.

Maskesizliğimizin hafifliği konforumuzun temeli...

Biz birlikte değişiyoruz sevgilim.

Sevişerek dönüşüyoruz.


Önümüzde daha uzun yıllar bizi bekliyor olsun lütfen.

Gerçi ne kadar uzun olursa olsun,bu ömrümde sana doyamam ki ben...

9 Haziran 2011 Perşembe

Doğal ilk yardım çantası

Evet,doğal ilk yardım çantamız hazır.Damara-çocuk'ta okuduğum şu yazıdan sonra 'Ben niye şimdiye kadar yapmadım ki bunu?' diye kızdım kendime.Orada maddelenen çoğu malzemeden haberdar olmama ve bir kısmına sahip olmama rağmen bir çanta hazırlayıp devamlı yanımda taşımak aklıma gelmemişti açıkçası.


Eksik olan birkaç tanesi de Helios'tan geldikten sonra aşağıdakilerden oluşan bir ilk yardım çantamız oldu.



Tea Tree Oil,doğal bir antiseptiktir.Birçok cilt sorununda kullanılabileceği gibi düşme sonucu oluşan yaralanmalarda da mikrop kapmayı engelleyici olarak kullanılır.Suyla karıştırılarak kullanılması,yoğunluğunu azaltmak açısından iyi olacaktır.Çoğu yerde çevirisi Hint defnesi yağı olarak geçiyor ama öyle aratınca yurt içinde hiçbir yerde bulamadım.Çay ağacı yağı diye aratınca ise şu adreste karşıma çıktı.



Bach Rescue remedy herhangi bir şok durumunda duygu dengemizi korumamıza yardımcı olur.5 çiçeğin özlerinin bileşiminden oluşmuştur.İş yerindeki yoğunluk,boşanma,yeni bir iş,emeklilik veya evlilik öncesi gibi duygu dengemizin bozulabileceği durumlarda çok işe yarar.Küçük bir kaza bile olsa,herhangi bir travma yaşayan çocukları sakinleştirir,kolayca uykuya geçmelerine yardımcı olur.



Arnica,homeopatide en sık kullanılan remedilerden biridir hatta en çok kullanılanıdır diyebiliriz.Her türlü vurma,çarpma,şişme,burkulma,morarma gibi vakalarda kullanılır.Doku toparlayıcısı ve yara iyileştiricidir.Normal doğum sonrasında kullanıldığında vücuda hızlı bir iyileşme ve şifa sağlar.Diş çekimi sonrasında da çok faydalı olur ki bunu kısa bir zaman önce tecrübe ettim.Sağ alt azı dişim dondurma yerken,evet dondurma yerken,içindeki küçücük çikolata parçası yüzünden;aynı bir baltayla vurulduğunda kırılması gibi bir odun parçasının,dibine kadar kırıldı.Hatta yarıldı demek daha doğru olur.Daha önceden kanal tedavisi yapılmış bir diş olduğu için hiç acı ve ağrı hissetmedim.Ama bu noktadan sonra kurtarılması mümkün olmadığı için çektirmek mecburiyetinde kaldım.Çektirmenin son çare olması gerektiği herkes tarafından biliniyordur.Dolayısıyla çok üzüldüm.'Altı üstü bir diş' deyip geçmemek lazım,kimbilir vücudumdaki hangi döngüleri etkiledi.Alt çenemde,hem sağdaki hem soldaki azılarım yok artık.Bir zaman sonra üst çenede onlara karşılık gelen dişler uzamaya başlayacak tabii,altları boş kaldığı için.İmplant diyeceksiniz ama ona da hiç sıcak bakmıyorum.Hayat kurtaran bir müdahale olmadığı taktirde vücuda dışarıdan bir şey yerleştirilmesini doğru bulmuyorum.İsteyen istediğini desin,ilerde vücudun tepkisinin başka başka yerlerden çıkacağına inanıyorum.Her neyse,çekimden sonra diş hekimi ağrı kesici ve antibiyotik yazmak istedi.İstemedim.2 adet Arnica,2 adet Hypericum aldım (remedy olarak,ağız yoluyla) aynı gün ve asıl ağrımın ertesi gün olacağı söylenmesine rağmen ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi uyandım.Ne ağrı kalmıştı ne sızı...


Aliş'in kafası sağolsun biraz ağır çektiği için,genelde kafasının üstüne denk gelir düşmeleri.Alnı kaç sefer yumurta gibi şişti,o kadar ki içinden civciv çıksa şaşırmazdım.Bundan sonra hiç ihtiyacımız olmaz umarım ama derinin bütünlüğünün bozulmadığı çarpma,vurma,şişme gibi durumlarda çocuğu bağırta bağırta buz koymaktan daha iyi bir seçenek olacak benim için.



Calendula (Aynısefa) kremi derideki hemen her türlü hassasiyette;yanıklar,kesikler,yaralanmalar ve pişikte kullanılır.



Bunların dışında daha önce bahsettiğim 'Homeopathic Remedy Kit'imden arı sokmasına karşı Apis Mellifica'yı,deri bütünlüğünün bozulduğu vurma ve çarpmalara karşı Arnica'yı ve besin zehirlenmesine karşı Arsenicum Album'u aldım.Biraz pamuk,küçük bir bandaj,birkaç yarabandı ve küçücük bir de sabun koydum.

Unuttuğum bir şey var mı acaba?


8 Haziran 2011 Çarşamba

Bir Budist hikaye

Dün akşam şu blogda okudum bu hikayeyi.Ve etkisindeyim dünden beri.Üstüne düşünüp duruyorum.Halet-i ruhiyemin son zamanlarda arayıp da bulamadığı buydu galiba,bu hikaye.Peki tesadüf mü tam zamanında karşıma çıkması?Bence değil...

''İki Budist rahip yürüyorlarmış.Bir nehrin yanından geçerken,karşı kıyıda yardım isteyen bir kadın görmüşler.Budist rahiplerin kadınlarla konuşmaları,onlara dokunmaları yasak.Rahiplerden biri nehri geçmiş,kadını kucaklamış,kıyıya taşımış.Kadın teşekkür etmiş,iki rahip yollarına devam etmişler.Birkaç adım ilerledikten sonra,diğer rahip dayanamayıp sormuş:''Sen ne yaptın?Bizim kadınlara dokunmamız yasak,sen aldın kadını diğer kıyıya taşıdın.'' Rahip cevap vermiş:''Ben aldım,taşıdım,orada bıraktım ama sen hala taşıyorsun!''

27 Mayıs 2011 Cuma

Bezsiz Bebek


Eren geçtiğimiz aylarda Çin'e gitmişti.Döndüğünde izlenimlerini anlatırken bebeklerin hiçbirinin bezlenmediğinden bahsetti.Bütün bebeklerin popolarını açıkta bırakan,ağ kısmı yırtık bir tür pantolon giydiğini;tuvaletleri geldiğinde de annelerinin buldukları en yakın yere tutarak tuvaletlerini yaptırdığını anlattı.

Akabindeki birkaç gün içinde ne zamandır hakkında çok şey duyduğum ve merak ettiğim 'Bezsiz Bebek' kitabı çıktı karşıma.

Bugüne kadar Ali'ye dair en büyük pişmanlıklarımdan birisi de hazır bez kullanmak oldu.Hem doğaya bu kadar atık bırakarak zarar verdiğimi hem de kanserojen kimyasallarla dolu bir bezi 24 saat bebeğimin tenine değdirmiş olduğumu düşünmek bile istemiyorum artık.İkinci çocukta niyetim,yıkanabilir bezlerle başlayıp,en geç 6 aylıktan itibaren de tuvaleti geldiğinde lazımlığa/tuvalete tutmaktır.Bez firmalarının sonsuz desteğiyle(!), uzmanların '2 yaşından önce tuvalet eğitimine başlamayın sakın!' tavsiyelerini bir kenara bırakmanızı tavsiye edebilirim sizlere de.Zira bebekken tuvaleti gündelik hayatın bir rutini haline getirmek,en basitinden ve kolayından bir tuvalet alışkanlığı olur,tuvalet eğitimi değil.

''Tuvalet ihtiyacı,tıpkı yeme,içme ve uyuma gibi doğuştan gelir.Bebekler konuşamasalar da ihtiyaçlarını belli ederler.Yemek,uyku,ilgi gibi taleplerini nasıl belli ediyorlarsa tuvalet ihtiyaçları için de bazı işaretler verirler.Önemli olan bunları anlayabilmektir.

Bizler bebek bezlerini bebeklik devresinin ayrılmaz bir parçası olarak düşünmeye o kadar alışmışız ki,bezsiz bir bebek düşüncesi bize son derece garip gelmektedir.İki veya üç yaşındaki çocuğunuzu bu bezlerden kurtarmak adına birçok tavsiye bulunmaktadir.Şimdilerde moda olan yöntem ise çocuğunuzun 'hazır' olana kadar beklemesine izin vermek.Bunun sonucunda,çoğu ebeveyn gün geçtikçe kendisini çocukları ile sıkı bir mücadelenin içinde buluyor.Bunun sebebi ise ebeveynlerin,çok can alıcı olan bir fırsatı daha önceden değerlendirmemiş olmalarıdır.Ne gariptir ki aslında toplumumuz,bir çocuktan belli bir kuralı değiştirmesini ve doğumundan itibaren tuvalet olarak kullanmaya alıştığı bezi terk etmesini bekliyor.

İster inanın ister inanmayın,çocuğunuz altı bezli bir şekilde temizlenmek isteyen bir yapıda yaratılmadı.Onlar için kirli bir halde dolaşmak fıtri ve hoş bir duygu değildir.Çünkü onlar tuvalet ihtiyaçlarını hissedebilecek algılamaya sahip bir şekilde doğarlar.Daha yeni doğmuş bir bebek bile,tuvalet öncesinde ve esnasında işaretler verecektir.

Tuvalet iletişimi yöntemi Çin,Hindistan,Grönland,Rusya,Afrika,Güney Amerika ve Asya olmak üzere en az 75 ülkede uygulanmaktadır.''

İnsanın doğasında altına yapıp üstüne oturmak yoktur kısaca,bunda herkes hemfikirdir herhalde?Mesele çocuğa tuvalet eğitimi vermekte değil,o eğitimi aslında kendimize verebilmekte.

Çocuğumuzu 'okuyabilmek'te....



12 Mayıs 2011 Perşembe

The Baby Book

Dr.Sears ve eşi Martha Sears tarafından yazılan The Baby Book,gelmiş geçmiş bütün bebek bakımı kitaplarının en iyisi bence ve yerini de daha uzun yıllar boyunca koruyacağa benziyor.Bebek veya çocuk olan her evde mutlaka bulunması gereken bu kitap 767 sayfalık bir başyapıt.

'Attachment Parenting' kavramını günümüze taşıyan ve uygulanması hakkında yol gösteren Dr.Sears'ın bu kitabında sorduğunuz herhangi bir soruya cevap bulamamanız imkansız gibi görünüyor.

Bana göre tek olumsuz tarafı konvansiyonel tıptan taviz vermemesi-ki bu birçok insan için olumsuz bir nokta değildir ve kendisi bir tıp doktoru olduğu için çoğu tıp doktoru gibi doğasına uygun davranmaktadır-fakat çok şükür doğal ve holistik tedavi yöntemlerine öncelik veren diğer doktorların ( Neustaedter gibi) kitaplarıyla bu olumsuzluğu dengeliyorum.


'Keeping your baby healthy' bölümünden kısa bir alıntı yapmak istiyorum,çok hoşuma giden...

(Zamansızlıktan dolayı çeviremedim,ama isteyen olursa yardımcı olmaya çalışırım.)


Becoming Dr.Mom and Dr. Dad

One of the most intuitive parents in my practice was a totally blind mother,Nancy.Because she could not see her baby,she went completely by sound and feel.Her baby got various skin rashes that caused her frequent my office.Early in our rash-diagnosing challenge,Nancy brought her baby Eric in for a rash I couldn't see.But mother said,'I feel it.' Sure enough the next day I could see it.Another intuitive mother told me that she could detect when her baby's throat was hurting because 'I can feel she sucks differently.' And another attachment mother once told me how she could tell her baby was beginning an ear infection because her baby did not want to put her head down and breastfeed on that side.This deep sensitivity to their babies earn these mothers an honorary degree of Dr.Mom.

Attached mothers and trusting babies help the doctor,too.Over the years of examining well and sick babies I have noticed that babies who are the product of responsive parenting radiate an attitude of trust,especially when they are ill.They are so used to getting their needs met that when they are ill,they trust that the doctor will make them well.They protest less during examinations,resulting in less wear and tear on the doctor and the baby.It seems that these babies operate from some inner trust that tells them that the doctor who puts a stick in their mouth,pokes their tummy,and shines the light in their ear is really on their side.And baby's cooperative trust helps the doctor make a more accurate diagnosis.For example,a screaming baby can cause a reddened eardrum and a confusing ear exam.

A close parent-infant attachment makes it easier for parents to care for the sick child.Many illnessses in infancy fall into the category of 'I don't know what's wrong with your baby,so let's wait a day or two and see what changes occur.' Take for the example the baby who has a fever of unknown origin.In this case I tell the parents that I suspect that this is just a harmless virus and their baby will get better in a few days,but 'call me if the symptoms change.' That last admonition is loaded.I am,in effect,releasing the sick baby to Dr.Mom and Dr.Dad and trusting that they will report back if their baby's condition worsens.But what are the credentials of these home doctors?They are sensitive to their baby,they can read their baby's cues,and they have such an intuitive feel for their baby that they almost hurt where their baby hurts.This sick baby is in good hands.


Aslında bu yazının üstüne yazacaklarım başlı başına bir hatta birkaç yazı konusu olur ama anlayanların zaten anladığını,anlamayanlara da ne kadar yazarsam yazayım anlatamayacağımı bildiğim için kısa bir cümleyle bitireyim en iyisi.

Hem kendi vücudumuzu hem çocuğumuzun vücudunu en az bu örneklerdeki kadar iyi okuyabilmemiz dileğiyle...


11 Mayıs 2011 Çarşamba

Doula eğitimi




İstanbul'da yaşamadığım için hayıflandığım nadir anlardan biri de bu eğitimin ilanını gördüğüm andı.Ne zamandır istediğim ve beklediğim şeydi doula eğitimi.Fakat kurs programı beni biraz düşündürmedi değil.10 ay sürecek eğitim,Kasım-Nisan arasındaki aylarda ayda bir gün yerine en az 2 gün olarak planlansaydı,eğitim süresinde olacak kısalma en azından şehir dışından katılacaklara bir kolaylık sağlamış olurdu.Kendilerine mail attım,detaylı kurs programını beklemekteyim.



Bir de 'doğuma hazırlık eğitmenliği' eğitimi var.Yarı zamanlı bir iş olduğu için İstanbul'da yaşama şartını zaten baştan gerektiriyor,hükmen mağlubum anlaşılacağı üzere.





Amazon'dan almıştım yukarıdaki DVD'yi.Birkaç ay önce izledim.'Doula'ların eşlik ettiği birkaç doğum var içerisinde.Fikir vermesi açısından izlenebilir.



Doğal doğum en az benim kadar heyecanlandırıyorsa sizi de ve bu doğumların bir parçası olmak istiyorsanız,belki siz de bu fırsatları değerlendirmek istersiniz diye düşündüm ve haber vereyim dedim.









1 Mayıs 2011 Pazar

Çocuklarda yeme sorunu

Pınar Hanım'ın bu haftaki listelerle beraber gönderdiği yazısını paylaşmadan duramadım.'Çocuğum yemek yemiyor.' diyen her anne baba şapkasını önüne koyup düşünmelidir nerede hata yaptığını.Herhangi bir canlının yemek yememesi doğaya aykırı olduğuna göre,böyle bir şey fizyolojik rahatsızlıklar haricinde mümkün olamayacağına göre,hatayı önce kendimizde aramalıyız.


''Çocuklara beslenme alışkanlığı kazandırmada hatalar yaptığımızı düşünüyorum. Reçetelerle besliyoruz onları... Saatli programlar yapıyoruz. Kendimizi kastıkça kasarken çocuklarda yemekten nefret etme duygusu yaratıyoruz. Acıkmadan yemeye zorluyoruz mesela... Savaşa çeviriyoruz tüm öğünleri, sonra da ödüllendirme için haftada bir, ayda bir... ne denli seyrek olursa olsun fast food sunuyoruz onlara.

Köydeki çocuklara bakıyorum... Hepsinin boyu posu yerinde, obeziteden eser yok, yemek seçmiyorlar, gribal hastalıklara karşı dirençleri çok çok yüksek, kafaları iyi çalışıyor. Cin gibi hepsi :)

Beslenme alışkanlıklarına bakıyorum. Üç öğünü de evde yiyorlar. Ev yemeklerini ''gerçekten'' seviyorlar.

Çocuklar, memeden kesilir kesilmez aileleri ile aynı sofraya oturuyor burada. Özel yemekler yapılmıyor onlar için. Katkısız, mis gibi köy ekmeğini soğanlı salatanın suyuna, çorbaya, sofrada ne yemek varsa ona bandıra bandıra çocuklara veriyorlar. Yoğurdun üzerine pekmez döküp ayrı bir çanakta getiriyorlar sofraya gaz yapmaması için. Akşamları yatmadan önce bir miktar pirinci havanda dövüp yeni sağılmış süt ile muhallebi yapıyorlar. Minicik çocuklar gün içinde ellerinde bir elma, yarım portakal, bir havuç, tereyağlı bir dilim ekmek ile geziyorlar. Sıkça çiğ pırasa, çiğ patlıcan, bir tanecik taze fasulye, fırında köze gömülmüş bir patates ya da bir yeşil biberle görüyorum onları.

2-3 yaşında bir çocuk, elinde kaşık, karnı acıkmış şekilde ailesi ile sofraya oturuyor ve önüne ne koyulursa hiç seçmeden yiyor. Çocuğun yeme sorunu yok, gaz sorunu yok, alerji sorunu yok, bronşit yok, grip yok... Zekaları başta da söylediğim gibi, ''maşallah'' dersiniz. Fast Food'un ne olduğunu bile bilmiyorlar. Ben, İpek'te birazcık hata yaptım. Fast Food'un ne olduğunu biliyor ve çok seyrek de olsa giriyoruz Mc Donald's a falan... Arada bir köydeki çocuklara da getirip dağıtıyorum oradan bir şeyler İpek'in zoruyla... Kesinlikle zevk almıyorlar bunları yemekten. Hiç de doymuyorlar... İstedikleri varsa yoksa sulu yemek!

Kendi unları, kendi tereyağı, kendi pekmezi, kendi yoğurdu, her türlü sebzesi, domatesi, zeytini, zeytinyağı olan bir aile markete bile gitmiyor buralarda. En fazla senede birkaç kez... O da ya çamaşır deterjanı almak ya da kırılan çay bardaklarını yenilemek için...

Çocuklara gerçek bir beslenme alışkanlığı kazandırın ne olur... Fast Food'u kesinlikle tattırmayın, bilmesin. İki eliniz kanda olsa bile evde yemek yapın. Sofra düzenini, aile ile birlikte sofraya oturmayı öğretin. Yemek hazırlarken ona da mutfakta bir vazife verin. Bezelyeleri ayıklasın mesela, pişen yemeğin kavrulan soğanın kokusunu sevsin. Yuva, ev, aile gibi gelenekleri benimsesin. Pişirenin emeğine saygı duymayı, ''eline sağlık'' demeyi öğrenerek yetişsin. Bir yaşını geçen çocuk her şeyi yer. Yemelidir de... Önemli olan tek şey yediğinin gerçek gıda olması. Gerisi boş :) ''



Çocuklarda değil yeme sorunu,sorun bizde...Hem davranışlarımızda hem zihnimizde.

20 Nisan 2011 Çarşamba

20 aylık Aliş'ten haberler



Uzakta olan birçok arkadaşım bana Aliş’i soruyorlar.Neler yaptığını merak ediyorlar.Hem onlara bir cevap hem de daha sonraları hatırlayabilmem açısından,tarihe küçük bir not düşme amacıyla kısa da olsa yazmak istedim son durumumuzu.Gerçi bu blogda birtakım konulardaki fikirlerimi yazıyorum genelde,böyle ayrıntılara pek girmiyorum.Bir değişiklik olmuş olsun bu vesileyle,belki devamı da gelir.

Aliş bir hafta sonra tam 20 aylık olacak:

-Son 10-15 gündür gündüz uykularını teke düşürdü.Önceden sabah 11 gibi yatıp 1-1,5 saat,bir de 4 gibi yatıp yine bir o kadar uyurdu.Tek uykuya geçtiğinde en az 2 saat uyuyacağını düşünmüştüm ama sadece 1 saat,en fazla 1 saat 15 dakika uyuyor.Akşam da 8:30’da yatıp sabah 8 gibi kalkıyor.

-Sabahları beni öperek uyandırıyor.

-Yemeğini büyük ölçüde kendisi yiyor. Hele kaşığın kenarından höpürdeterek bir çorba içişi var ki görülmeye değer. Ben sadece kefirinden birkaç kaşık içiriyorum.Hatta son günlerde ona bile eyvallahı yok.Kaşığa davrandığım anda küsüyor.Hiç karışmayacağım artık.Başından beri yeme problemimiz olmadı ve- evet burada kendime pay çıkarmazsam çatlarım- bunu başından beri hiç ama hiç zorlamamış olmama bağlıyorum.

-Hiç biberon almadığı için nerdeyse 7 aylık olduğundan beri suyu cam bardaktan içiyor. Babası her ne kadar çoğu zaman karşı çıksa da önüne her zaman porselen tabak,cam bardak ve kendi kullandığımız metal çatal-kaşıklardan koydum.Şu anda hepsini ustalıkla kullandığını söyleyebilirim.

-Sofrayı hazırlarken ve toplarken yardım etmesini istiyorum. Bu görevi de büyük bir istek ve başarıyla yerine getiriyor.

-Muz, yumurta ve patates favori üçlüsü.

-Anne,baba,mama,elma,dede,abla en çok kullandığı kelimeler.Ama artık ne dersek söylemeye çalışıyor.Hatta geçen gün bir kitapta tırtıl ve kargayı gösterip gayet net bir şekilde isimlerini söyledi.Yine de çoğu derdini ‘oyiii’ ve ‘alikaa’ diye hafiften bağırarak anlatmayı tercih ediyor.Anlatıyor da.

-Yıkanmış çamaşırları makineden sepete boşaltıyor ve ben büyük parçaları asarken, o da kendi küçük parçalarını ve çorapları çamaşır telinin altına asıyor.

-Çok güzel bezelye ayıklıyor. Açıp önüne koyuyoruz, taneleri tek tek alıp kaba büyük bir özenle koyuyor.

-Tek başına bir şeyle fazla oyalanmıyor. Mutlaka yanında birini istiyor.

-Sevdiği hiçbir oyuncak yok. Çaydanlık, tencere ,tava ve bunlara doldurup boşalttığı bolca ceviz en çok oyalandığı şeyler.

-Kitap okutmayı çok seviyor.Yatmadan önce de okumaya başladık artık.

-Banyodan çıkarken küvette oynadığı oyuncakları duvardaki filenin içine toplayıp öyle çıkıyor. Bunu ben öğretmedim.Düzeni ve temizliği sevmesi zaten burcunun (Başak) tipik özelliği.

-Temizlik demişken,elektrik süpürgesini zorla elime verip gösterdiği yerleri süpürmemi istiyor.

-Koridorda iki topu aynı anda sürmeye çalışarak annesini topa kabiliyeti hakkında ümitlendiriyor ve belki de ilerde ikinci bir Messi olacağı yönünde hayaller kurduruyor.

-Hayvanları çok seviyor.Dergide veya televizyonda gördüklerine bile elini uzatıp açıp kapayarak ‘gel gel’ işareti yapıyor.

-Çok sevgi dolu ve içli bir çocuk.Alt dudak olur olmadık şeylerde bile rahatlıkla hemen sarkabiliyor.

Şimdilik aklıma gelen belli başlı şeyler bunlar.İyi oldu buraya not düştüğüm,çünkü bu geçen zamanlar o kadar çabuk unutuluyor ki...İlerde bir gün açıp okuyunca beni gülümseteceğine eminim.












12 Nisan 2011 Salı

İyi ki varsın Bir Dolap Kitap!



Ben küçükken tam bir kitap kurduydum.Elime ne geçerse okurdum.Annemlerle gittiğimiz bir misafirlikte falan ev sahiplerinin eski gazetelerini toplar,kucaklar,bir köşeye çekilip kalkma saatimiz gelene kadar okurdum.Aklımda kalan bir ayrıntı da,babaannemin eski gazetelerini koltuk minderlerinin altına koymasıydı.Her zaman gazete almadıkları için her gidişimde olmazdı ama minderi kaldırıp da gazeteyi gördüm mü değmeyin keyfime...



'90 yazında Mersin yakınlarında küçük bir motel işletmiştik.Bütün duvarları boydan boya eski gazeteyle dolu olan bir bodrum katı vardı.Benim tüm yazım orada,o bodrumda geçmişti.Hatta hiç unutmuyorum Anadolu Lisesi'ni kazandığımı söylemek için beni yukarı çağırmışlar,öğrenip geri inmiştim.Bir gazetenin eski tarihli olup olmaması hala önemli değildir benim için,ne de olsa okunmamış gazete her zaman yenidir.




Kitap aşkıyla doğanlardanım ben kısacası.Bir kitaba sadece dokunmak,bir kitabın kapağını okşamak,kağıt kokusunu içime çekmek bile bana zevk verir.Kitapçılarda geçirdiğim zamanlar bir terapi gibi gelir.Vakit buldukça girip,almayacak olsam bile rafları uzun uzun incelemeyi severim.Bu sayede okumadığım birçok kitabın bile iyi kötü konusunu bilirim.



Çocukken okuduklarımı düşününce 'Çocuk Kalbi'nden başka gelmiyor aklıma.Nedense bir tek onun ismi kalmış,gerisini hatırlamıyorum.



Kısa bir zaman önce tanıştım Bir Dolap Kitap'la.Tıklayıp da sayfa açılıverince heyecandan,sevinçten ne yapacağımı bilemedim.Nereyi tıklayacağımı,hangi bölümüne bakacağımı şaşırdım resmen.Bu kadar mı güzel bir site olur?Bu kadar mı dahiyane bir fikir olur?Kitaplar bu kadar mı güzel tanıtılıp,bu kadar mı güzel yorumlanır ve eleştirilir?Kitap aşkıyla dolu iki tane pırıl pırıl insan:Yıldıray ve Banu. Böyle bir fikir ürettikleri ve hayata geçirdikleri için kendilerine ne kadar teşekkür etsem az...



Ali'nin de son aylarda kitaplara gittikçe artan bir ilgisi var.Bizim evde televizyon açmak kimsenin aklına gelmediğinden,hiç ama hiç izlenmiyor desem yalan olmaz.Bir iki sefer Baby Tv'yi açtım ama hiç oralı olmadı bizimki,bir daha da açılmadı.Akşam o yattıktan sonra anne bilgisayarın başına geçiyor,baba da indirdiği dizileri seyrediyor. Televizyonun vaktimizden çalmasına izin vermemeyi sürdürdükçe,Ali'nin içine de okuma sevgisinin ilk tohumlarını layıkıyla atabileceğimi umuyorum.Oyundan kısa bir süre sıkılsa bile,yanıma oturup aynı kitabı defalarca okutmaktan sıkılmıyor.Bu da çok ama çok hoşuma gidiyor.



Ve ben bu ilk kıvılcımlardan aldığım gazla Bir Dolap Kitap'ın raflarını boşalttım sayılır.Şimdiden 100 kadar kitap aldım bile.Alışveriş konusunda oldukça temkinli olmama rağmen bu konuda kendimi kaybettim.Eren 'Yeter artık,çocuk dediğin zaten aynı kitabı defalarca okutur,bu kadar kitabı nasıl okuyacak?' dese de ben kendimi durduramıyorum.Okusa da okumasa da ben evde şahane bir çocuk kütüphanesi kurmaya kararlıyım.Bir koleksiyoner titizliğiyle çalışıyorum nerdeyse.Bir 'Tostoraman' var mesela,kitapların çoğunu aldığım Kitap Yurdu'nda bulamayınca kalktım Ankara'nın kitapçılarını tek tek dolaştım.Sonunda da buldum.Çocuk kitabı deyip geçmeyelim ayrıca;hikayeler öyle güzel,resimler öyle etkileyici ki,Ali'nin odasına girip çıkıp okuyorum bir tane.Bir de hepsinin karşısına geçip keyifle gülümserken yakalıyorum kendimi bazen.



Herkese tavsiye ediyorum bu müthiş siteyi.Ve çocuklara okuma aşkının mümkün olduğunca küçük yaşlarda kazandırılması gerektiğini düşünüyorum.



Hepinize iyi okumalar!



4 Nisan 2011 Pazartesi

İkinci bahar

Uzun bir kışı daha geride bıraktık. Bahar gelişini hissettirmeye başladı yavaş yavaş.Gerçi havaların hala sağı solu belli değil,bunları yazarken dışarıda kapalı bir hava ve rüzgar var.

Fiziksel olarak,ailecek hastalıktan uzak,ilaçsız,sağlıklı bir kış geçirdik çok şükür.Doğal beslenmenin,bu beslenmenin önemli bir bölümünü oluşturan probiyotiklerin,her gün dışarıya çıkmanın,tuzlu suyla yapılan banyoların,alışveriş merkezlerinden uzak durmanın bunda etkili olduğunu söyleyebilirim kendi tecrübelerime dayanarak.Az kimyasal çok mikrop formülünü de unutmamak gerek.Mikroptan kasıt doğrudan hastalık virüsleri değil elbette.Ali açısından düşünecek olursam,dışarıda kaldırımları –tabiri caizse-yalaması,hayvanlarla –tüyüydü,salyasıydı demeden -haşır neşir olması,hatta elinde kemirdiği somunu bahçeye yeni dökülmüş gübreye düşürdükten sonra alıp yemeye devam etmesi gibi örnekler verebilirim.Bu konuda,yani pislik konusunda sınırlarımın genişliğini öğrenmek isterseniz bir de bu yazıyı okuyun.''Sakınmak''la bağışıklığın ters orantılı olduğuna başından beri inandım,hep öyle davrandım.


Oyun grubu arkadaşlarımız güneş,yağmur,rüzgar oldu.Oyuncaklarımız ise karşı marketin önündeki köpeklere götürdüğümüz kemikler,yemek artıkları ve kuşlara attığımız ekmeklerdi.Daha zeka geliştirici bir oyuncak var mı acaba?Varsa da ben bilmiyorum.


Ruhsal olarak ise pek de sağlıklı bir kış geçirdiğimi söyleyemeyeceğim. En şiddetli fırtına bile az kalır içimde yaşadıklarımın tarifine. Küçük Japonya oldum bir nevi.Önce büyük bir deprem oldu,arkasından gelen dev dalgalarla ben yıkıldım.Yıkıldım ve yıkandım.Sonra büyük bir hızla tekrar yapılanmaya koyuldum.Harcım başkalarının aklı değil,kendi aklım oldu.Öğretilenler değil kendi yüreğim oldu.’Yapmalı,etmeli’lerden sıyırdım ruhumu.Paçamı kurtardım.Çünkü çok ‘başkaları ne düşünür’le büyütüldük biz.Bir bireyden çok başlı başına bir ‘toplum’ olduğumu hissediyordum çoğu zaman.Toplumun boğduğundan da fazla boğuyordum kendimi.Belki sıradan bir çocuk bir etkileniyorsa herhangi bir yetiştiriliş biçiminden,ailenin önem verdiği kurallardan,kalıplardan;ben bin etkilenen bir kişiliktim.İçimde koskoca bir sünger vardı sanki,her şeyi fazlasıyla içine çeken.Baktım ki,yok artık taşınacak gibi değil,ağırlaştıkça ağırlaşmış…

Bir güzel sıktım.

Ve kaldırıp attım.


Burada bir paragrafa sığdırdığım kadar kolay olmadı tabii bu yaşanılan süreç. Şanslıyım ki yorulduğumda dalgalarımı da alıp sığınabileceğim bir limanım vardı. Her anlattığımı dinleyen…Bazen anlam veremese de dinleyen...Dev dalgaların kendini aşındırmasına aldırmadan;sabırla ve sevgiyle önümde duran sevgilim…Bir kez de buradan sana teşekkür etmek isterim.


İster zincirleri isterseniz kabuğu kırmak deyin,o her neyse işte,ben bunu bu kış becerdim.

İçim içime sığmıyor.

Çünkü bu bahar ‘ikinci bahar’ım olacak benim.

7 Mart 2011 Pazartesi

The Natural Child

Son günlerde hem blogların yasaklanmasından duyduğum sıkıntıdan hem de nedenini bilmediğim bir yazmak istememe halinden dolayı yazasım gelmedi pek.

Yazmaktan çok okumaya verdim kendimi de diyebilirim.Akşamları Eren'in yokluğunu kitaplarla doldurdum.Ne zamandır okumak istediklerim vardı,onları bitirdim bu vesileyle,iyi de oldu.Önümüzdeki günlerde paylaşacağım.

Yanda gördüğünüz Jan Hunt tarafından yazılmış 'The Natural Child' son zamanlarda okuduklarımdan değil.Hatta epey bir zaman oldu okuyalı.İşte o 'kalp'ten ve 'sevgi'den öte bir yöntem önermeyenlerden biri bu kitap.


Beni 'dönüştüren'lerden biri...


'Parenting from the heart means right...'

Bilmem başka söze gerek var mı?

23 Şubat 2011 Çarşamba

Bebek ve uyku! Neymiş yahu!?


Bu konuda uzun uzun yazacak değilim. Fazlasıyla yazılıp çiziliyor çünkü.Hatta kendi düşüncelerini ve çeşitli kaynaklardan derlediklerini çok güzel bir araya toplayarak yazdı Işıl geçenlerde.Birinci bölümü burada,ikinci bölümü burada.

Ben çocuk yetiştirme konusunda bilimsel çalışmalara kulak asmayanlardanım. Evet çok kitap okumuşluğum vardır bu konuda ama okuduğum kitaplar hep bana unuttuğum iç sesimi yeniden hatırlatmaya yardımcı olacak kitaplardı. Önce şöyle bir göz gezdiririm,’kalp’ten ve ‘sevgi’den öte bir ‘yöntem’ öneriyorsa kapatır kaldırırım. Aslında böyle kapatıp kaldırdığım kitap çok olmadı çünkü satın almadan önce hep bilinçli ve bana ‘uyacak’ kitaplar seçtim.

Bütün okuduklarımı iç sesimi duymama yardımcı olmaları için okudum, iyi ki de okumuşum. Aslında olayı akışına, kalbimize ve doğaya bırakmak için bir şeyler okumak saçma geliyor kulağa biliyorum fakat kalbimizin üstüne o kadar çok öğretilen,o kadar çok yalan yanlış bilgi yığılmış durumda ki,her okuduğum kitapla bu birikintiden biraz daha kurtuldum.

Hafifledim. Kendimi buldum. Hem anneliği hem çocuğumu bambaşka bir gözle görür oldum.

Uykusuzluktan her anne kadar nasibimi aldım ben de. Bir seneyi aşkın bir süre ruh gibi dolandım ortalıkta. Kolay günler değildi kabul ediyorum,ki beni tanıyanlar uykuya ne kadar düşkün olduğumu bilirler.

Ama bir gün de bir ‘yöntem’ deneyeyim demedim. Bir gün de ‘sütümü sağıp bırakayım, uyanınca babası içirsin.’ diye düşünmedim. Bunları böyle yapanlara ‘tü kaka’ deme amacıyla söylemiyorum, sadece bu konuda nasıl davrandığımı ve neler düşündüğümü söylemek amacıyla yazıyorum.

Ben Ferber’den anlamam. Tracy de kimmiş? Tanımam.

Böyle yöntemlere ‘Aaa neymiş bir bakayım?’ diye ciddiyetle bile yaklaşamıyorum. Komik geliyor, gülüyorum.

‘Yatır-kaldır’ varmış mesela. Neyin nesi bu? Bunu yaparken bir saniye durup, kendine dışarıdan bir baksa insan ‘Ben napıyorum ya?’ demez mi? Ben olsam derdim.

Hep ıssız bir adada doğurduğumu farz ettim Ali’yi büyütürken. Günümüzün imkanlarını kullanmayı kastetmiyorum tabii ki bunu söylerken; uyutma, emzirme, besleme gibi konulardan bahsediyorum.

Issız bir adada doğurmuş olsam,’Adanın şu köşesine bir yatak yapayım da çocuğum orada uyusun.’ der miydim? Alıp koynuma yatmaz mıydım? Öyle yaptım.

‘Bir yaşından sonra emzirmenin faydası yok, keseyim en iyisi.’ der miydim? Aklıma bile gelmezdi değil mi? Öyle yaptım.

Işıl’ın yazısına yaptığı yorum gibi Esra’nın: 'Açıkça söyleyeyim; çocuğunuz doğduktan sonraki ilk 2 yılı UNUTACAKSINIZ! O kadar. Durumu kabullenip, günü kurtarmaya çalışacaksınız. Şu olmadı, bu olmadı, ne zaman olacak, neden olmadı, şimdi uyumazsa sonra nolur.. gibi şeylerle kafanızı yormayacaksınız. Hepsi geçiyor. Tek yapmaniz gereken beklemek. Elbette günü kurtaracak çareler arayacak insan, uykusuzluk yorgunluk insani çileden çıkariyor ama çözüm diye önümüze sunulanlar ne kadar samimi, dostane, anne ve bebek dostu çözümler, ona da bakmak lazim...'

Aşağıdaki gibi bir uzman (!) yorumu okudum geçenlerde bu konuda yazılmış bir yazıda:

'Çocuk gelişiminin basamaklarını inceleyecek olursak ilk aylarda anne bebeğini evet her ağladığında kucağına almalı, ten temasının önemli olduğu özellikle ilk 3 ay bebek anneyle yakın ilişki kurmalı. Ancak 4. aydan itibaren bebeği artık kendi yatağına ve kendi odasına almakta hiç bir sakınca yoktur ayrıca alınmalıdır da. Ta ki 7.8. aylara kadar. Bu aylar bebeğin obje devamlılığı kavramını kazanmaya başladığı dönem olduğu için bebek ağladığı zaman anneyi ya da babayı göremezse kalıcı korkular oluşabilir. Ancak bu demek değildir ki ağladığında bebeğimizi yanımıza alıp sabaha kadar yatalım. Başarılı bir şekilde bebeğinizi kendi yatağında uyumaya alıştırmışsanız 12. ay'a kadar çok şanslısınız. Çünkü artık inat ve ben merkez dönemi başlayacağı için 13 ay sonrasında bu her geçen gün zorlaşacaktır. Peki 1 yaşından sonra bebeğimizle uyumanın zararları nedir:
Anne baba yanında uyumaya alışmış bir çocuk anneye babaya daha bağımlı, daha özgüveni düşük, daha korumaya ihtiyaç duyan bir kişilik geliştirecektir . Hayatımızın bizlere ne getireceği belli olmuyor, öyle ki bir gün aniden iş gereği yurt dışına çıkmanız ya da sağlık nedenlerinden dolayı hastanede kalmanız gerekebilir, bunun olmayacağını da malesef kimse garanti edemez. Peki o güne kadar güzel güzel koyun koyuna uyuduğunuz, mis kokulu bebeğiniz o gece ne yapacak??? Her geçen gün bu ve benzeri nedenlerden dolayı travma geçiren, konuşmada gerileyen ya da bir anlık korku sonucu kekelemeye başlayan çocuklarımızın sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Bizler asla bebeğinizle uyumayın demiyoruz, tabiki onunla uyuduğunuz muhteşem geceleriniz olsun ancak çocuğa burası anne babanın yatağı, çocuklar anne babanın yanında yatmazlar kültürünü benimsetmeli hatta zaman zaman bir gece bile olsa anneanne ya da babaanneye bırakılmalıdır ki sizsiz geçirebileceği bir gece onu çok etkilemesin.'

Güler misin ağlar mısın? Bu mantıkla çocuk mu yetiştirilir? Sadece uyku konusunda mı çekecek çocuğumuz bir gün ayrılmak zorunda kalırsak bunun acısını? O zaman yemeğini de annesi yedirmesin, annesi oyun da oynamasın,sevgisini de göstermesin. Bir gün bize bir şey olursa diye doğurmayalım madem, olsun bitsin!

Bir çocuk doğurmak, yetiştirmek böyle ‘ay’ hesaplarının çok ötesinde bir şeydir.Kendimiz bir ritm tutturmaya kalkarsak doğanın ritmini bozarız çünkü.

‘Geldiği gibi almak’ çok mu zor? Çok mu zor akıntıya karşı koymaktansa, kendimizi onun akıntısına bırakmak?

İnsanoğlunun doğadan, doğasından kopması ne çok kişiye kazanç kapısı sağlıyor, öyle değil mi? Bir düşünün. Bırakın psikoloğunu,uzmanını,bir düşünün bebek endüstrisinin geldiği noktayı.Onların kazancı insanoğlunun kaybı oluyor ama,hala ve git gide,farkında değil mi kimse?

22 Şubat 2011 Salı

Defansif tıp


Tüm olan bitenin farkındaydım da adını koyamıyordum.Daha ağır tabirler(!) kullanıyordum kendimce.Ama Prof.Dr. Ahmet Rasim Küçükusta son kitabında yazmış işte.Daha önce de bahsettiğim, bundan önceki kitabında olduğu gibi yine doğruları kimseden korkmadan,lafını sakınmadan yazmış.Kendisi bir tıp doktoru iken modern tıbbın karşısında olması,meslektaşlarının kötülüğünü istemesi ya da ilaç karşıtı olması mümkün mü?Ama bütün bunların dengesini öyle iyi sağlıyor,düzenin eleştirisini öyle doğru tespitlerle yapıyor ki hayran olmamak elde değil.Yine de doğruları söylediği için meslektaşları tarafından aynı Dr.Hakan Çoker'e yapılan haksızlıklara maruz kalıyor.'Anlamıyorlar yahut yanlış anlıyorlar.' diyemeyeceğim diğerleri için artık maalesef,bal gibi anlıyorlar ne demek istediklerini ama işlerine gelmiyor.Olay bu.


Halbuki çok mu zor bu kadar değerli bir mesleği Prof.Dr.Ahmet Rasim Küçükusta, Dr.Hakan Çoker ve Prof.Ahmet Aydın'ın anladığı ve uyguladığı şekilde icra etmek?


''Son birkaç senedir giderek daha çok duymaya başladığımız bir tabir var:Defansif tıp.Buna çekinik tıp veya savunma tıbbı diyenler de var ama futbola bu kadar meraklı bir memlekette defansif tıp tabirinin daha çok rağbet görmesi gayet normaldir.


Defansif tıp aslında yeni çıkmış bir uygulama da değildir.Hatta ta Hipokrat zamanından beri her doktorun zaman zaman adını bilmeden başvurmak zorunda kaldığı bir yöntem olduğunu söylemek bile yanlış olmaz.


Defansif tıbbı iki ayrı grupta değerlendirmek gerekir.Birincisi tıbbi sebeplerle uygulanan defansif tıp,diğeri ise tıp dışı korkularla uygulanan defansif tıp.


Tıbbi sebeplerle uygulanan defansif tıp


Tıbbi sebeplerle veya tıbbi endişelerle uygulanan defansif tıp;doktorun eğitim,bilgi tecrübe eksikliğinden kaynaklanabileceği gibi,hastaya ayrılan zaman azlığı,iş yükü fazlalığı,yorgunluk gibi sebeplerle de yapılabilen 'masum' bir uygulamadır.Bazı haddinden fazla 'titiz' doktorların farkında olmadan zaman zaman defansif tıp uygulamalarına karışabilecekleri de unutulmamalıdır.


Tıp dışı korkularla uygulanan defansif tıp


Bu tabir ile,doktorların görevlerini yaparken;çeşitli korkular (görev sırasında şiddete uğrama,şikayet edilme,cezai takibata uğrama veya tazminat davası açılma olasılığı) duymaları sebebiyle kendilerini emniyete almak için yaptıkları davranış ve uygulamalar kastedilir.


Defansif tıp,doktorların vazifelerini tıbbın gerektirdiği gibi yapmaktan çok şikayet unsuru olmayacağını düşündükleri şekilde yapmaları şeklinde de tanımlanabilir. ( Öykü'nün notu:Bkz.%45'lik sezaryen oranı!)


Burada asıl önemli olan,hastaların teşhis ve tedavilerinin en kısa zamanda,en az masrafla,en rahat şartlarda ve hastaya en az acı veya sıkıntı verecek şekilde yapılması değil,hastaların teşhis ve tedavileriyle ilgili uygulamaların doktorların başına bir iş açmamasıdır.Bu yazımda esas konumuz tıp dışı sebep ve korkularla uygulanan defansif tıptır ve bundan sonra anlaşılması gereken bu olmalıdır.


Defansif tıp bir taraftan sağlık harcamalarını arttırırken ve doktorların ve laboratuvarların boş yere zamanını alırken,diğer taraftan hastayı da gereksiz masraflara ve daha da önemlisi risklere sokar.


Defansif tıpta başvurulan başlıca davranış ve uygulamalar şunlar:


1-Teşhis ve tedavi için gerekli olmadığı halde istenen her türlü kan,idrar,beyin-omurilik sıvısı tahlilleri;tomografi,MR,anjiyografi gibi radyolojik incelemeler;gastroskopi,sistoskopi gibi endoskopik incelemeler;efor testleri,solunum fonksiyon testleri;alerji testleri,nükleer tıp incelemeleri,biyopsiler...


2-Burada,her gereksiz tetkikin defansif tıp kavramı içinde değerlendirilmesinin yanlış olacağını hatırlatmak isterim.Mesela kamu hastanelerinde uygulanan performans sistemi ve muayenehane hekimliğinde özel laboratuvarların tetkik başına komisyon vermeleri de gereksiz tetkiklerin yapılmasına yok açıyor,ama bunların sebebi defansif tıp değildir.


3-Teşhis ve tedaviyi etkilemeyecek olan gereksiz konsültasyonlar


4-Hastanın gerekli olmadığı halde müşahade altına alınması,hastaneye veya yoğun bakıma yatırılması


5-Ağır ve komplikasyon ihtimali riski yüksek hastaların teşhis ve tedavilerinin üstlenilmemesi ve bunların başka merkezlere sevki


6-Saldırgan tutum içinde olan;tartışma yaratmaya meyilli hasta veya yakınları dolayısıyla teşhis ve tedavi sorumluluğunun alınmaması.


7-Hastalığın ağırlığının ve komplikasyonlarının abartılması,en seyrek rastlanan komplikasyonların sık görülüyormuş gibi sunulması suretiyle hasta ve hasta yakınlarının korkutulması.


Uygulanma sıklığı


Defansif tıp birçok ülkede çok sık başvurulan bir uygulamadır;özellikle de gelişmiş ülkelerin bir sorunudur.


Mesela JAMA isimli dergide yayımlanan ve 2005'te yapılan bir araştırmada defansif tıbbın,Amerika'da doktorların % 93'ü tarafından uygulandığı belirlenmiştir.Defansif tıbba en çok acilciler ve cerrahlar başvururlar;bunlar içinde de kadın-doğum uzmanları,beyin cerrahları ilk sıralarda yer alırlar.


Önümüzdeki senelerde defansif tıp kavramı ile çok sık karşılaşacağınızdan ve hatta bu uygulamalardan herkes gibi nasibinizi alacağınızdan hiç şüpheniz olmasın.''



Kafamdakilerin hepsinin yazıya dökülmüş haliydi bu.Olayın adını da öğrenmiş oldum sayesinde.


Demek ki ben ofansif oynayan;Ahmet Rasim,Hakan ve Ahmet gibi yıldızlardan oluşan takımın taraftarıyım.


Hatta fanatiğiyim!




20 Şubat 2011 Pazar

Ege'de hayat




İpek Hanım Çiftliği'nin sahibi Pınar Hanım her pazar akşamı o haftanın listesini gönderirken çok da güzel şeyler yazar beraberinde.Oralardan haber verir,planlarından bahseder.Bu haftaki yazısını paylaşmak istedim.İşte bu kadar basit ve doğal bir hayat benim istediğim de...

''Her yemekleri zeytinyağlı'' da... fazlası var :) Yazmak istedim bu hafta buralarda hayat nasıl...
Sabah 6'da mutlaka uyanıyorsunuz her şeyden önce. Işıklar yanıyor, çay konuluyor. Sabah sabah yufka açılmıyor elbette ama her ev kendi ekmeğini yaptığı için sobaların üzerinde dilim dilim ekmek kızarıyor. Kahvaltı şunları mutlaka içeriyor:

Keş. Kesik diye de bilinir. Yoğurt suyunun kestirilmesi ile yapılan yağsız bir tür çökelek... Üzerine bol zeytinyağı ve pul biber atıldıktan sonra baş köşeye yerleştiriliyor.

Tereyağı. Olmazsa olmaz... Ekmek dilimleri sıcakken kocaman parçalar emdiriliyor.

Kırma zeytin, bol nar ekşisi ile...

Yeşil biber, kıyılmış maydanoz ve domates. Bu üçü harmanlanıyor. Yağ, tuz, limon... Hepsinin yanına çay... Sütü asla içmiyorlar. Sağılan süt yoğurt olmak üzere bakır kazanlarda kaynıyor o ara. Kahvaltıdan sonra çocuklar okul yoluna çıkıyor. Anne babalar tarla, zeytinlik, ağaç budama, ot yolma, çapa, kestane derken öğleni ediyorlar. Öğlen yemeğini tarlada, zeytinlikte geçiştiren pek az. Mutlaka eve dönüyorlar. Hızlıca pişen bir menemen ya da ot kavurması... Yanında koca bir tas yoğurt, cacık veya ayran... Bu saatte ekmek yemiyorlar çünkü karınları çok dolarsa çalışmak zorlaşıyor. Hafif atlatılıyor yemek.

Evin erkeği tarlaya dönüp kalan kırık - kırpık işleri toparlarken kadınlar inekleri gütmeye çıkıyor. O tepe senin bu tepe benim üç saat kesintisiz gezinti :) Eve dönüş saati 4 - 5 arası... Hayvanlar ahıra bağlanıyor, kuru ot, saman, şalgam, karnabahar kökü konuluyor önlerine. İkinci sağım başlıyor. Bir saat kadar da o iş oyalar. Sonra ikinci parti süt kaynamaya başlıyor. Akşam yemeği hazırlamak için mutfağa geçiliyor.

Akşam yemekleri oldukça dolu... Zeytinyağında sebze kızartması, cevizli kesme makarna gibi ''ağır topların'' yanında mutlaka ıspanak, enginar gibi bir sebze olur. Koca çanak yoğurt hiç ihmal edilmez. Mevsim salatası ile birlikte en az dört çeşitlik akşam yemeği saat 7 olduğunda bitiyor. Sobada demlenen çaylar, komşu ziyaretleri başlıyor. Komşu ziyareti demek dizi seyrederken bolca meyve, kuru incir, kabuklu cevizi patlayana kadar yemek demek :) Ara sıra tatlı... Hamur tatlılarını bayramlar haricinde yemiyorlar pek. Mis gibi yoğurttan içine bol portakal kabuğu rendelenmiş sütlaç şu ara revaçta :) Komşular karşılıklı laklak yapıp dizileri de yarıda bıraktıktan sonra dokuz buçuk gibi yatağa giriyor herkes. Ege güzel, Ege'de hayat güzel. Her şey yolunda yani :)

Aydın tüm Ege'nin, Nazilli ise Aydın'ın incisi. Onlarca dağ köyü ile tarımın neredeyse %80'i yaylada yapılıyor. Mucizeler yaratan, Herodotos'un ''ölümsüzlük şehri'' dediği bir yöre burası. Ufacık tepelerini ikiye ayırsanız pasta gibi açılır. Bir gram taş yok. Sularında kurşun yok, tek bir zararlı maden yatağı yok. Tüm Türkiye'nin en kaliteli su kaynakları bu dağlarda. Sanayi neredeyse sıfır... Bir tek, başarısıyla övündüğümüz Uğur Soğutma Fabrikası... Hepsi bu. Cüzi miktarda araba, sıfır hava kirliliği... Tarlaların pek çoğunun yanından bir kez olsun araç geçmemiştir. Bir kez bile egzoz dumanı görmemiştir sebzeler... Eğer GDO'lu tohum denen illeti tüm Anadolu gibi buraya da musallat etmeselerdi Nazilli tek başına dünyanın en kaliteli, en ekolojik mahsülünü üretebilirdi. Nüfusun tamamı kurdun, kuşun, böceğin, çiçeğin, mantarın, ağacın dilinden anlar. Kuşaklarca sağlıklı, kuşaklarca çiftçidirler. Ölmez insanlar deseniz yeridir. Beş kuşağı bir arada çalışırken görmek sadece burada mümkün herhalde. Yüz yaşındaki dede bayırlarda sıçraya sıçraya evine gider, ekmeğini pişirir, çamaşırlarını elinde yıkar, her sohbete katılır. Alışıyorsunuz bu görüntüye şaşırmamaya :) Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü yıllardır Nazilli'de boş yere araştırma yapmıyor :)

Tanrılar'ın torpil geçtiği bir yörenin minik bir köyünde, elimden gelenin en iyisini, en doğalını yapmaya çalışarak yaşıyor ve sizinle paylaşıyorum uzun zamandır. Çocuklar adına gelen teşekkür mektupları masamın en özel yerinde birikiyor. Ne mutlu az da olsa payım olduğunu bilmek... Ne mutlu bunları yazabilmek... ''


Bir de geçenlerde şunu yazmıştı:

''Bubaaaa'' diye bağırmış çocuk. ''Darnaya iki ineeğlen bi Giritli girmiş otları yiyolaaaa! Napem, kovem mi bunnarı?''

''Lenn oğlum ineğğlere boşvee, hayvan onna yee yee doyaa. Sen asıl Giritliyi kovalayıveee. Yeşilliğ ne vaasa hepsini silip süpüürülee valla!''

İyi haftalar herkese!

17 Şubat 2011 Perşembe

Homeopati;kitabı,remedisi,eğitimi







Homeopatiyle ilgili elimde bu iki kitap var.Birçok kitap var piyasada daha doğrusu,bunlar benim seçtiklerim.Zaten homeopatiyle ilgili bütün kitapların üç aşağı beş yukarı birbiriyle aynı olduğunu düşünüyorum.Sonuçta hastalıklar,semptomları ve karşılığında kullanılan remediler aynı.

Homeopati hakkında biraz bilgi sahibi olanlar,özellikle çocuklar ve hayvanlar üzerinde çok etkili ve şifa verici olduğunu biliyorlardır.Çünkü onların yaşam enerjisi yüksektir.Homeopatinin de esas yaptığı bedenin kendi yaşamsal enerjisini ortaya çıkararak iyileştirmektir.Zaten bu iki grupta etkili olması batı tıbbı çevrelerince iddia edildiği gibi plasebo etkisi yaptığı tezini çürütmeye yeterlidir.

Benim şu andaki amacım aileme ait basit,gündelik hastalıkları ve basit çocuk hastalıklarını homeopatiyle tedavi edebilmek.Bu konuyu araştırırken İngiltere'de yaşayan bir annenin mail adresine ulaştım.Kendisiyle birkaç sefer yazıştık.Bana şu anda yirmi küsur yaşlarında olan iki oğluna da şimdiye kadar homeopatik tedavi uyguladığını anlattı.Önce doktora götürüp,teşhis koydurup;sonra eve gelip kitapları karıştırarak uygun remedileri verdiğinden bahsetti.



Ben dünyanın en büyük homeopatik firmalarından biri olan Helios'tan aldım remedilerimi. Yanda gördüğünüz kutu içinde sık görülen rahatsızlıklar için en çok kullanılan 36 tane remedi var.Bunlar küçücük granüller.Dilinizin altında eritiyorsunuz.Çocuklar emerek de kullanabilirler.Daha da küçük çocuklara veya bebeklere suyla veya anne sütüyle karıştırılarak verilebiliyor.


Daha çok şey öğrenmek istiyorum homeopatiyle ilgili.Ailemizin 'homeopat'ı olmak istiyorum bir nevi. 30 Mart-3 Nisan arası Kaz Dağları'nda Dedetepe Çiftliği'nde 'Sağlığın doğası ve homeopati' eğitimi var.İlgilenirseniz ayrıntılı bilgi burada.

Biz bir aksilik olmazsa gitmeyi planlıyoruz.Eğitime ben katılacağım,Eren de Aliş'le ilgilenecek.Kaz Dağları'nın mis gibi havasında,ekolojik çiftlikte 4-5 gün hepimize iyi gelecek.Tek kötü yanı var,o da Eren için,yemeklerde et yokmuş,menü sadece vejetaryenmiş!

15 Şubat 2011 Salı

Bitti


27 Ağustos 2010’da başlayan emzirme öykümüz 14 Şubat 2011 itibariyle bitti. 18 ay sürdü.(17,5 aslında ama 18’e yuvarlamazsam içim rahat etmez.) Hem mutlu hem acıklı bir sonu oldu bu öykünün.


‘Çocuk iki yaşından önce bırakmışsa anne bilerek ya da bilmeyerek yönlendirmiştir.’ deniliyor ama ben vallahi de billahi de ne bilerek ne bilmeyerek bir şey yaptım. Bilakis bugüne kadar bile benim çabamla geldi diyebilirim.


Şu anda çok değişik duygular içerisindeyim.’Acıklı son’u ben yaşıyorum. Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Hayatımda önemli bir dönem kapandı. Severek başladığım, sürdürdüğüm ve daha uzun bir süre devam etmesini istediğim bir dönem. Ama benim beklediğim, istediğim gibi olmadı. Hatta ‘tandem nursing’ hayalim bile vardı. Yalan oldu.


Bir taraftan da evet istediğim gibi oldu, ‘mutlu son’ yani, çünkü başından beri Ali bırakana kadar emzirmekti niyetim.

Bıraktı işte.

Kendiliğinden…

Son zamanlarda uzatmaları oynuyorduk zaten. Daha önce de bahsetmiştim, Ali hiçbir zaman memeye çok düşkün bir çocuk olmadı. Hiçbir zaman uzun uzun emmek istemedi. Sadece emzirdiğim ilk 6 ayda bile 5 dakikadan uzun emmezdi.

Bugün bütün gün, içim patlayacak gibiydi sıkıntıdan. Hep geçmişi düşündüm, emzirdiğim anları. Gözlerini bir noktaya sabitleyip kaşlarını bir kaldırıp bir indirerek emerdi. Off, çok özleyeceğim o günleri. Göğüs uçlarımın nerdeyse kopacak noktaya gelene kadar yarıldığı, emzirirken acıdan kıvranıp, bir de bu kadar acının üstüne, emdiği bütün sütü çıkarıverince Aliş, sinirden deliye döndüğüm o anları bile…


Salatadaki soğanın bir anlamı yok artık benim için. Kahvaltılarda yiyeceğim ısırgan otunun da. Gece yatmadan birkaç bardak su içmek de yok artık süt yapsın diye.


Anneannemi aradım bugün. Ona da söyledim.’Napalım kızım, kısmeti bu kadarmış.’ dedi.


Bayılıyorum yaşlıların bu basit, düz mantığına ve tevekkülüne. Yaşlandıkça bir erkek gibi düşünmeye başlıyoruz demek ki biz kadınlar bile…


Vaziyet böyle işte...


Özelimde bitti belki ama genelimde hiçbir zaman bitmez benim emzirme sevdam.


Yine devam edeceğim elbet ‘Emzirin,emzirin,emzirin.’ demeye…


14 Şubat 2011 Pazartesi

The Holistic Baby Guide (revize)

*Evren'in yardımıyla dünkü metindeki renk farkını düzelttim.Hiç içime sinmemişti o hali,ben de taktım mı takıyorum demek ki...Teşekkürler tekrar...


Randall Neustaedter(OMD) tarafından yazılmış olan ‘The holistic baby guide’ bir hastalık durumunda çocuğu için hemen konvansiyonel ilaçlara sarılmaktansa daha zararsız yöntemler arayanlar için faydalı bir kaynak olabilir.


Yenidoğan döneminden başlayarak çocukluk çağı boyunca sık karşılaşılabilecek sindirim problemleri,cilt/deri hastalıkları,ateş,astım,öksürük,kulak enfeksiyonları ve bağışıklık sistemi sorunları için homeopatik çözümler ağırlıkta olmak üzere Çin tıbbı,akupunktur ve sağlığı korumak için doğru yaşam tarzı gibi alternatif ( aslında hiç sevmiyorum alternatif kelimesini kullanmayı,zira son yıllarda şarlatanlar tarafından ottu,bitkiydi,kainat eczanesiydi falan derken o kadar işin suyu çıkarılıp bu kelimenin içi o kadar boşaltıldı ki,ben ve benim gibi çoğu insanda ters etki yapmaya başladı) yöntemlerle ilgili ipuçları veriyor.



‘’When chiropractic corrects structural problems and Chinese medicine corrects the energetic imbalance,homeopathy provides a profound energetic stimulus to healing.’’



Bu arada homeopatiyle daha önce tanışmamış olanlar için ‘Homeopati nedir?’ sorusuna şöyle kısa bir açıklama getirelim, daha fazlasını isteyenler ‘homeopati’ veya ‘homeopathy’ yazarak google’da ararlarsa çok daha fazla yerli ve yabancı kaynağa ulaşabilirler:



‘’Homeopati özünde bir enerji tedavisidir. 250 yıl kadar önce Hahnemann adlı bir Alman doktor tarafından geliştirilmiş ve ilkeleri belirlenmiştir. Hahnemann, alışılagelmiş tıbbi tedavilerin aksine bir şifa yönteminin hastaya hiçbir zarar vermeden uygulanması ve yan etkilerinin olmaması gerektiğini, tedavinin mümkün olduğunca kısa ve etkili olmasını savunmuştur. Homeopati, yalnızca fiziksel sağlığa değil, duygusal, zihinsel ve ruhsal şifa alanlarına da etkili olduğu için bu özellikleri yerine getirir. Bütün düzeylerde optimal sağlık sağlar. Homeopati, herkesin biricik kendine özgü bir sağlık durumu olduğuna inanır ve doğadaki benzer prensipleri, özel biçimlendirilmiş remediler yoluyla kullanarak en eski tedavi edici yöntemler yardımıyla bedende uyumu ve dengeyi tekrar kurar.

Homeopati, homeos (benzer) ve pathos (hastalık) kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır. Remediler (tedavi için kullanılan karışımlar) sağlam kişilerde oluşturdukları semptom tablosu için hastalıklarda şifa aracı olurlar. Hastalık belirtisi olarak gördüğümüz şeyler aslında hastalıkla savaşan bedenin yarattığı değişikliklerdir. Homeopati, maddelerin enerji verici özelliklerinden faydalanarak vücudun iyileşme ve savunma sistemlerini güçlendirir. Böylece her hasta için, o kişinin kendi bütünlüğüne özgü tek bir şifa verici karışım (remedy) hazırlanır.
Homeopatik remediler, tümüyle doğal maddeleri esas alarak hazırlanır (bitkiler, mineraller, organik ürünler) ve bu maddelerin etkisi enerji ile çoğaltılır. Her madde o bireye özgü bir “belirtiler” bütününe etki eder.



Bedeni, bir makine gibi parçalara ayırıp tamir edilmesi gereken organları, önce hastalık isimleriyle etiketleyen, daha sonra da değiştiren ya da ilaçlarla baskılayan modern batı tıbbının aksine, her hastaya hak etiği özeni ve saygıyı gösteren, onu “hastalık yolculuğu”ndan yaşama dair daha bilgili, daha bütüncül çıkarmayı hedefleyen homeopati, bu gün Dünya Sağlık Örgütü’nce de tanınan dünyada batı tıbbından sonra en fazla sayıda hastaya ulaşan en yaygın alternatif sağlık sistemidir.’’



Daha önce de yazdığım gibi, keşke başta homeopati olmak üzere zararsız ve şifa veren dalların uzmanları artsa ülkemizde de.



Sırf bunun için bile yurtdışında yaşamayı istemiyor değilim bazen.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Daha az kimyasal,daha çok sağlık!




Uzun zamandır evimizdeki kimyasallar konusuna kafayı takmıştım. Neredeyse kendimi bildim bileli eldiven takmadan bulaşık bile yıkayamam, bulaşık deterjanına elimi süremem. Annem sinir olurdu bu huyuma, ‘Eldivensiz yıkamam abi!’ dediğimde. Ama özellikle Ali doğduğundan beri bu konu beni iyice rahatsız etmeye başladı.Son yıllarda çocuklarda alerji ve alerjik astım hastalıklarının inanılmaz oranlarda artmasında başrolde iki suçlu var araştırmalarla her geçen gün kanıtlanan:Sezaryen ve kimyasal kullanımı.


Dr.Harvey Karp şöyle demişti Blogcu Anne’yle röportajında:


''Günümüzde çocuklar, eskiden hiç olmadığı kadar kimyasallara maruz kalıyorlar. Dolayısıyla kimyasallarla otizm arasında bir ilinti kurulabilir. Bunun böyle olduğunu henüz bilmiyoruz. Ama böyle bir bilinmeyen söz konusu olduğunda yapılacak en iyi şey temkinli davranmak. Ebeveynlere şunu anlatmaya çalışıyorum: Mümkün olduğunca az kimyasal. Kimyasalların olmadığı bir dünyada elbette yaşayamazsınız. Böyle bir saplantıya girmeye kalkışırsanız aklınızı kaçırırsınız. Ancak evinizi doğal ürünlerle temizleyebilir, karıncaları öldürmek için etrafa böcek ilacı sıkmaktan vazgeçebilirsiniz. Kısacası çocuğunuzu mümkün olduğunca az miktarda kimyasala maruz bırakmalısınız.''


Öncelikle çamaşır deterjanını, leke çıkarıcıyı ve yumuşatıcıyı çıkardım hayatımızdan. Daha doğrusu ekolojik çamaşır deterjanı ve leke çıkarıcı kullanmaya başladım. Daha önce de yazmıştım, internetten Sodasan isimli markanın ürünlerini sipariş verip kullanmaya başladım.Dolu bir makineye bile nerdeyse bir parmak kalınlığında deterjan ve üstüne yine bir parmak kalınlığında toz sabun yeterli geliyor.Sodasan’ın dışında Ecover ve Klar var benim bildiğim ekolojik olarak.Yumuşatıcı yerine de yarım kahve fincanı kadar elma sirkesi koyuyorum.Hem yumuşatıyor,hem kireç önleyici görevi görüyor hem de çamaşırlarda deterjan ya da sabun kalıntısı bırakmıyor.Kokusu rahatsız eder diyorsanız,ki ben hiç öyle bir rahatsızlık yaşamadım kokudan dolayı,içine bir damlacık,evet sadece bir damlacık yumuşatıcı veya birkaç damla esansiyel bir bitkisel yağ damlatabilirsiniz kokuyu nötralize etmek adına.


Bulaşık makinesi için de yine Sodasan’ın tabletlerini aldım ve makine ne kadar dolu olursa olsun tableti ikiye bölerek kullanıyorum.Yıkama performansında, kirlerin çıkıp çıkmamasında en ufak bir değişiklik olmuyor. Parlatıcı yerine ise sirke kullanımını ise sağır sultan bile duymuştur herhalde. Bir de makinenin içine asılan limon kokusu veren şeyler(tam adını bilemedim şu an) vardır ya, onların yerine de yarısı sıkılmış ve öylece kalmış limonları kullanıyorum.Çatal kaşık sepetine sıkıştırıveriyorum .


Yer ve yüzey temizliğinde ise arap sabunu ve sirke işimi fazlasıyla görüyor. Arap sabununun sıvı olanları da var artık piyasada ve diğer yer silme deterjanlarıyla kıyaslandığında arapsabunu bitkisel bazlı ve oldukça masum bir ürün. Elde bulaşık yıkamak için kullananlar olduğunu bile duymuştum ama ben denemedim.


Sirke ve karbonat doğal olduğu kadar güçlü temizleyiciler. Burada birçok kullanma şekli var, göz atmanızı tavsiye ederim.


Geçtiğimiz günlerde Limango’dan yanda gördüğünüz buhar tabancasını aldım. Ocak, fırın, tezgah, lavabo, küvet gibi yüzeyleri temizlemek için.180 derecelik bir buhar vererek hem hijyenik hem de kimyasalsız bir temizlik sağlıyor.


Genel ev temizliği bitti. Sıra geldi kişisel temizliğe…


Geçtiğimiz aylarda şampuan kullanmayı bırakıp, zeytinyağlı sabunla yıkamaya başladım saçlarımı. Ama bana hiç yaramadı.Saçlarım ağırlaştı,bir tuhaf oldu.Vücut temizliği için doğal sabunlar kullanmaya devam ediyorum,duş jellerini falan da tamamen çıkardım hayatımdan,ama saçlarım için çareyi hiç olmazsa organik bir şampuan almakta buldum.


Makyaj zaten yok denecek kadar az yapıyorum. Elimde bitmesini beklediğim bir temizleyiciyle de temizliyorum kırk yılda bir. Pahalı kremlerin toksik oldukları gibi bir işe yaramadıklarını anlayalı ise uzun zaman oluyor. Bir zamanlar binbir özenle ve mutlulukla kullandığım o kremleri şimdi bedava verseler sürmem, öyle diyeyim.O zamandan beri de anneannemin kremi olan acıbadem kremini kullanmaktaydım (5 lira falan galiba fiyatı) ama yeni çıkanların kutusunun üstünde içinde metilparaben olduğunu görünce ondan da soğudum.Gerçi burada metilparabenin gıdada ve kozmetikte güvenle kullanıldığı yazıyor ama yine de içime tam sinmiyor.Şimdilik araştırıyorum,içime sinen bir şey bulamazsam da duştan sonra sürdüğüm zeytinyağı (veya herhangi bir doğal yağ) olacak galiba tek kremim.’Yemeyeceğiniz şeyi cildinize de sürmeyin.’ felsefesini artık iyice uygulamaya sokacağım gibi görünüyor.Günümüzde bir kadın ortalama miktarda kozmetik ürünü kullanarak yılda 2 kg. kimyasal alıyormuş vücuduna.Nasıl ürkütücü bir rakam değil mi?


Ali için de doğduğundan beri Mustela kullanıyordum ama şimdiye kadar içeriğini okumak hiç aklıma gelmemişti. Bebekler için üretim yapan en iyi markalardan biri güya, ne bilirdim içinde parabenin her çeşidinin olduğunu! Paraben, kozmetik ürünlerinde kullanılan yapay bir koruyucu ve alejiye ve kansere sebep olabiliyor. Ayrıca hormonlara kadar etki ederek hormonal dengeyi bozuyor.Daha fazla bilgi burada. Artık Earth Mama&Angel Baby’yi tercih ediyorum, içinde hiçbir toksik madde yok, son derece güvenilir.


Evet belki marketlerde satılan ticari ürünlere göre daha pahalı organik ürünler.Yine Blogcu Anne’nin şu röportajında şöyle diyordu Defne Koryürek:


''Maalesef bizim insanımız güvenilir gıdaya para vermeyi gereksiz bir yatırım olarak görüyor. Anne-babalar, organik gıdaya para harcamamak için organik ürünleri sadece çocuklarına almak gibi tercihlerde bulunabiliyorlar. Ancak, örneğin, pahalı bir cep telefonuna yatırım yapmaktan çekinmiyorlar.


Önceliklerimizi değiştirmeyi göze almamız lazım. Büyük evlerde yaşamak, son model cep telefonlarına sahip olmak önceliklerimiz olduğu sürece, bunlara harcadığımız paradan kısmadığımız sürece organik gıda bize ‘pahalı’ gelmeye devam edecek.''


Ne kadar doğru…Önceliklerimizi bilmiyoruz, mesele bu.Bir kıyafete ya da telefona verilen paraya acımıyoruz çoğu zaman ama sağlığa yatırım yapmayı gereksiz buluyoruz.


Organik ürün konusunda http://www.ekoorganik.com’dan


Organik kozmetik konusunda http://www.saru.com.tr/ ‘den


Kullandığınız kozmetiklerin tehlike derecesini öğrenmek için de http://www.cosmeticdatabase.com/ ‘dan faydalanabilirsiniz.

Ve ayrıca http://www.safecosmetics.org/ 'a da göz atmanızı öneririm.

7 Şubat 2011 Pazartesi

İçgüdüsel Doğum 3

''Zen Budizm’inde bir öğreti vardır: ‘’Fazladan hiçbir şey yapmayın.’’ Bu uygulama Martin Lee ve arkadaşlarının yazdığı Tai Chi Şifa Sanatı adlı kitapta çok güzel bir şekilde betimlenmiştir:

Bir tavuğun civcivlerinin doğmasını kesin olarak sağlamak için yapması gereken nedir? Yalnızca dört şey: Rahatlamak, nefes almak, ayaklarının altındaki toprağı hissetmek ve sonra fazladan başka hiçbir şey yapmamak. Bu davranışları tavuğu, kuluçkadan çıkmamış olan yavrularının üzerinde olumsuz etki yapabilecek olan gerilimden korur. Eğer tavuk gerilim hissederse; vücut sıcaklığını korumakta yetersiz kalabilir ve yumurtalardan yavru çıkmayabilir. Eğer tavuk fazladan bir şeyler yapmaya kalkarsa, ortada civciv olmayacaktır.Örneğin,kuluçka süresince tavuk arada bir yumurtalarının üstünden kalkar ve yumurtalarını çevirir.Fazladan bir şey yapmamak demek,gereksiz hiçbir şey yapmamak demektir.Tavuk kuluçkadayken yumurtalarının üzerinde zıplamaz,civcivlerin çıkmaya hazır oup olmadıklarını görmek için yumurtalarda delik açmaya kalkmaz veya on dakika mola almaz.Yalnızca ve basit bir şekilde,içgüdüsel olarak yumurtaları çevirir.


…Tavuklar, doğadaki çoğu varlık gibi hiç kimsenin kendilerine öğretmesi gerekmeden yaşamayı öğrenirler.Nasıl rahatlamak,nefes almak,bastıkları toprağı hissetmek ve fazladan başka bir şey yapmamak gerektiğini bilirler.


Fazladan hiçbir şey yapmamak, bu dört öğeden en zorudur,başlangıçta size öyle gelecektir.Bunun anlamı,her işi olabildiğince doğal ve içgüdüsel bir şekilde yapmak,doğanın size yardım etmesine izin vermektir.Siz ne kadar az yaparsanız,doğa sizin için o kadar fazlasını yapacaktır.''



Bu kitaptan alıntılarımın sonuncusuydu bu. Çok daha fazlası var içinde ,onun için alıp okumanızı tavsiye ediyorum tekrar.


Doğumun ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini ve basitliğini anlatmak için daha fazla söze gerek var mı bilmiyorum.


Blogumun sağ tarafındaki ‘gadget’lardan biri ‘Stand and deliver( Ayağa kalk ve doğur)’ isimli bir siteye yönlendirir sizi. İlk bebeğine uzun uğraşlar sonucu 10 sene sonra hamile kalmış ve bebeğini evinin banyosunda tek başına doğurmuş olan bir annenin blogu. İkinci çocuğunu yine evde , bu sefer ebe yardımıyla dünyaya getirmiş ve şu anda üçüncü çocuğuna hamile.Burada üçüncü doğumu için hazırladığı doğum planı var.


Şunu hiçbir zaman unutmayın ki: Doğum sizin. Bebek sizin. Beden sizin.


Hepsinin kıymetini bilin.


Doğumunuza dair bilinçlenin, bilgilenin, hazırlanın.


Edilgen değil etken olun.


Kuzu değil aslan olun.


Hadi! Ayağa kalkın ve doğurun!


4 Şubat 2011 Cuma

İçgüdüsel Doğum 2


''Batılı kadınların çoğunluğu olarak bizler,doğum sancıları çekinceye ve doğum yapıncaya kadar asla fiziksel olarak denenmemişizdir.Asla on altı veya yirmi dört saat yemek yemeden ve uyumadan durmamışızdır.Belki bir iki günü duş almadan,dişimizi fırçalamadan,saçımızı yapmadan veya makyaj yapmadan geçirmişizdir.Çok daha azımız yıkanmamış,terli,çıplak ve alt tarafından sıvılar,kan ve dışkı sızarken bir başkasının kendisine dokunmasına,kendisini görmesine veya koklamasına izin verir.Doğumun güçlükleriyle karşılaştığımız zaman korkumuzu,endişemizi ve ağrıya verdiğimiz tepkileri saklayamayız.Vücudumuz kıvranarak iner çıkar,kusar,homurdanır,çığlık atar ve sıvılar sızdırırken;sosyal birer varlık olarak bütün çekingenliklerimizden ve süslerimizden soyunuruz.

Hayvan,herkes görsün diye ortaya çıkmıştır.
Susan Diamond / Hard Labor (Zor doğum)

Bundan sonraki hayatıma ilişkin şu anda en büyük isteğim; bütün bilgilerimi, öğrendiklerimi, öğretilenleri kafamdan silerek ikinci gebeliğimi tam anlamıyla bir hayvan gibi yaşamak. Evet bilmek istemiyorum ne zaman hamile kaldığımı, kaçıncı haftada olduğumu, bebeğimin kafasının çapını ya da tahmini kilosunu. Bütün bunları bilerek ve öğrenerek kendimi farkında olmadan şartlamak istemiyorum, alttan alta bir mesaj vermek istemiyorum bedenime ‘belki başaramayacağına’ dair.

Doğumda yanımda olacak herkesi önceden koklayarak tanımak istiyorum. Kokusunu tanımadığım biri yanıma yanaşmasın istiyorum.

Doğum sonrasında da toplumsallaştırılmış, medenileştirilmiş tarafımdan sıyrılarak, yine aynı bir hayvan gibi davranmak istiyorum. Yavruma kimse yanaşmasın, yanaşan da tırnaklarımdan nasibini alsın…

Bir kadın olarak kendime ve bedenime güvenerek, bebeğime ve doğaya güvenerek bir hayvan bilgeliğinde ve sakinliğinde doğurmak istiyorum.

Bir kadın olarak buna programlanmış, görevi bu olan vücuduma ihanet etmek istemiyorum.

Bu rahmin, döl yatağının, leğen kemiklerinin,bu ‘kadın’ bedenimin hakkını vermek istiyorum.

Bebeğim de dünyaya bu yoldan gelmeyi bekliyor çünkü her bebek gibi, o da rahme düştüğü ilk günden beri kendini buna hazırlıyor.

Onlara beklediklerini ve hak ettiklerini vermek istiyorum sadece…

Çok istiyorum…

Peki çok şey mi istiyorum?

2 Şubat 2011 Çarşamba

İçgüdüsel Doğum 1


''Lucy ile ilk karşılaşmam doğumla ilgili hazırlıklarımızın yönünü ani bir şekilde değiştirdi. Lucy,New Mexico Üniversitesi, Maxwell Antropoloji Müzesi’nde sergileniyor.0, 3.6 milyon yıl önce Afrika’da yaşamış insansıların 110 cm. boyundaki gerçek boyutlarda bir modeli.


Antropologlar Lucy’ yi buldukları yerde, aynı zamanda iri ve ufak tefek iki yetişkin tarafından bırakılmış ayak izlerini ve yetişkinlerin birinin ayak izlerine basarak yürümüş bir çocuğa ait ayak izlerini de bulmuşlardır.


Ben bunları öğrenince, Lucy’ ye bakışım değişti; onu eski bir kadın olmanın yanı sıra,eski bir anne olarak görmeye başladım.


Lucy hamileyken, ne zaman ve nasıl hamile kaldığını bilmiyordu. Rahminin kaç cm. olduğu, kaç gr. protein tükettiği veya ne zaman doğum yapacağı onu ilgilendirmiyordu. Anı yaşıyor; karnı iyice büyürken, uyku ve beslenme konusunda giderek değişen ihtiyaçlarına bilinçsiz bir şekilde tepki veriyordu.


Lucy doğum sancıları başladığı gün, rahminin kaç cm. açıldığını veya bir gün erken mi yoksa iki hafta geç mi doğum yapacak olduğunu bilmiyordu. Ne yapması gerektiği konusunda danışabileceği hiç kimse yoktu. Kendiliğinden, vücudunun verdiği mesajlara karşılık veriyor ve ne zaman yemek yemeyi bırakacağını,ne zaman dinleneceğini,ne zaman farklı şekilde nefes alması gerektiğini ve hatta ne zaman çığlığı basması gerektiğini içgüdüsel olarak biliyordu.


Lucy’nin nasıl doğum yaptığına ilişkin hayalime dalmıştım ve ilkel koşullarda, öz bilinçten yoksun şekilde doğum yapmanın nasıl bir şey olacağını zihnimde canlandırmaya çalışıyordum. Hayatımda ilk kez, eğer yerleşik bir yargıya uygun olsun diye zorlamaya, denetim altına almaya veya belli bir biçimde doğum yapmaya çalışırsam bunun ‘doğal’ olmayacağını anladım.''


İçgüdüsel Doğum Kuraldışı Yayınları'ndan henüz piyasaya çıktı. Kuraldışı’nın her kitabı okumaya değerdir bana göre, Nil Gün’e bilhassa sevgim ve saygım çoktur.

Hızımı alamayıp birkaç kere daha yer vereceğim içinden alıntılara,bugünküne '1' dedim o yüzden.

Hamileyseniz, ikinci doğumu düşünüyorsanız ya da doğum konusuyla ilgileniyorsanız bu kitabı şiddetle tavsiye ederim.

30 Ocak 2011 Pazar

Sezen Aksu,Halil Cibran,Mary Haskell




Sezen Aksu'nun Deniz Yıldızı albümündeki 'Hala haber bekliyorum senden' isimli şarkıyı dinlerken o zamanlar anlamıyordum,hayır durun önce sözlerini yazayım:




Hala haber bekliyorum senden

Yazık bir şey gelmiyor elden


Şükür çocuklarımız büyüdü

Elleri ekmek tutar oldu

Bu yalnızlık aldı yürüdü

Git gide sen oldu büyürken


İyi şeyler de olmadı değil

Aynı deryaya doğru bu seyir

'Okçu'nun önünde saygıyla eğil

Bir selam yolla gittiğin yerden


Bu şarkılar şifa duaları

Bu şarkılar yıkar duvarları

Bu şarkılar dostluk sal'aları...


O zamanlar anlamıyordum dediğim 'okçu' kimdi bilmiyordum.Halbuki sözlerin altında da yazıyordu Halil Cibran'ın 'Çocuklarınız' şiirine atıfta bulunulmuştur diye.Zahmet edip bulup,okumamıştım şiiri...


Şimdi ise her ama her okuyuşumda aynı coşkuyu duyuyorum içimde.Çocuk yetiştirmedeki en büyük kılavuzum oldu diyebilirim bu şiir...


Çocuklar, sizin çocuklarınız değil

Onlar kendi yolunu izleyen 'hayat'ın oğulları ve kızları

Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler

Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller

Onlara sevginizi verebilirsiniz,düşüncelerinizi değil

Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.

Bedenlerini tutabilirsiniz,ruhlarını değil

Çünkü ruhlar yarındadır

Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz

Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları

Kendiniz gibi olmaya zorlamayın

Çünkü hayat geriye dönmez

Dünle de bir alışverişi yoktur


Siz yaysınız,çocuklarınız ise

Sizden çok ilerilere atılmış oklar

Okçu,sonsuzluk yolundaki hedefi görür

Ve o yüce gücü ile yayı eğerek

Okun uzaklara uçmasını sağlar

Okçunun önünde kıvançla eğilin

Çünkü okçu,uzaklara giden oku sevdiği kadar

Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever


Ve Mary Haskell'in Halil Cibran'a yazdığı bir aşk mektubundaki satırları ben yazmış olmayı dilerdim,oğluma ithafen...Bunlar benim cümlelerim olacak kadar benim dilimden,içimden çünkü:


Ne olursan ol beni hayal kırıklığına uğratamazsın;senin kim olabileceğin veya nasıl davranabileceğine dair hiçbir ön yargım yok.Seni öngörmeyi istemiyorum,seni sadece keşfetmek istiyorum.Sen beni hayal kırıklığına uğratamazsın.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...