30 Aralık 2010 Perşembe

Mutlu yıllaaaar!





Hepinize en mutlusundan,en sağlıklısından,en doğalından,en huzurlusundan en en ennn bir yeni yıl diliyorum!


Kendim için de bütün bunların dışında ayağımızın toprağa değebileceği,bahçesini ekip biçebileceğimiz,hatta bahçesinde birkaç tavuk ve bir ineğin olduğu,kıyısında deniz olan bir memlekette,içinde eş-dost ve çocuk kahkahalarının eksik olmayacağı sıcacık bir ev istiyorum.


Söz uçar,yazı kalır ya;ondan yazdım bunu buraya...Gerçekleşme ihtimalini arttırabilmek adına...


Herkese her istediğini getirsin 2011...

29 Aralık 2010 Çarşamba

Alışverişi sevmeyen anne modeli

Ali’ye ne hamileyken ne de doğduktan sonra, şöyle bir alışverişe çıkıp, ne bir kıyafet (evet bir çift çorap bile) ne de bir oyuncak almadım desem yalan olmaz.


Bazen sıkıcı buluyorum bu kadar kontrollü oluşumu. Aslında kontrollü olmak adına da yapmıyorum ama ne yapayım böyleyim işte.


Bir tek geçen sene bu zamanlarda,Ali 3,5 aylıktı o zaman,Amerika seyahatimizde almıştık bir şeyler.O da gerek Amerika’da olmamızın heyecanından,gerek birçok şeyin Türkiye’ye kıyasla ucuz olmasından,gerekse eşimin hevesini kırmamak adınaydı.Ama onda bile abartmadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.Şunu da fazla almışız ya da aldık ama bak hiç kullanmadık dediğimiz bir şey olmadı daha.


Aile büyükleri sağolsunlar, zaten her şeyi fazlasıyla alıyorlar.Hiç giymeden kaldırdığım da çok kıyafeti oldu ama bunda benim suçum yok.Alınan/ hediye gelen çoğu şeyi hemen gidip bir sonraki sene giyebileceği bir şeylerle değiştirerek bir sonraki mevsim giyeceği şeyleri bile çoğunlukla hazır ettim,ediyorum.


Oyuncak deseniz, kuzeninin eski oyuncakları vardı, onlarla idare ettik.Ki onlar da olmasa olurmuş yani,oyuncakla oynayan kim?Çoğu çocuk gibi tencere,tava,cezve,kaşık vs. bizimkinin oyuncakları da.


Çocuk mağazalarının önünden geçerken hiç mi gördüğü bir kıyafete içi gitmez insanın? Gitmiyor. Zaten hoşlanmıyorum öyle küçük adam kıyafetlerinden. Bakması güzel ama çok özel bir gün haricinde giydirmem. Çünkü benim için çocuk kıyafetinde en önemli nokta çocuğun hareket kabiliyetini kısıtlamaması.Kot bile giydirmiyorum bu yüzden.Gömlek,kadife pantolon falan uymuyor bize.En yumuşağından bir eşofman altı vardır bizimkinin üzerinde genellikle.


Yürümeye başlamadan ayakkabı da giydirmedim. Bütün yaz çıplak ayaktı, her yerde.Sitemizin parkında sağolsun bazı anneler ayakkabı almayı teklif ettiler,alamadığımız için giydirmediğimi sanarak galiba. :)


Bilmiyorum belki ben de rahatlığa çok önem verdiğim için çocuğu da kendim gibi düşünüyorum. Topuklu ayakkabı, dar pantolonlar, şıkır şıkır takılar,kuaföre gitmek hazzetmediğim şeylerin başındadır.Böyle giyinenlere özenirim ama bazen,gerek dergilerde gerek çevremde.Size saçma gelecek belki ama topuklu ayakkabı giyip,saçımı falan yaptırdığımda aklım azalıyor,beynim boşalıyor benim.Gerçekten.Konuşacak konum bile kalmıyor,resmen salaklaşıyorum.Makyaj yapınca da öyle.Bazen gerekince çok hafif olmak şartıyla yapıyorum;bir rimel,biraz allık sürüyorum ama şöyle kıpkırmızı boyasam mesela dudaklarımı kendi sesime bile yabancılaşırım,siz düşünün artık o dudaklardan çıkacak lafların saçmalığını.


Çocuk mobilyası satan yerlerde ne oda takımları, çocuk odası için ne aksesuarlar görüyorum. Onlara da hiç imrenmez mi insan? Yok. Bu konuda da benim için önemli olan rahatlık.Önceliklerim farklı diyeyim ya da,en azından şimdilik.Şu anda önceliğim çocuğumla aynı yatakta yatmak.Hatta şu anda yer yatağında yatıyoruz,çünkü yatak odamızdaki karyolayı attım!Ortasına yatak koyulan kenarları çıkıntılı yeni moda karyolalar vardır ya onlardandı bizimki de.Köşeleri zaten iyice sinirime dokunmaya başlamıştı,görmesi bile rahatsızlık veriyordu.Yaklaşık iki ay kadar önce Ali tam köşesine dudağını çarpıp kanatınca,o gün çıkardım evden,verdim gitti.Hem oda ferahladı,hem aman çarpacak mı endişesi kalmadı hem de gece düşer mi korkusu. ‘Oh be, dünya varmış!’ dedim. Sabahları uyanınca sessizce kalkıp gidiyor Aliş, biraz içeride oynayıp geliyor. Ben de biraz daha fazla uyumuş oluyorum bu sayede. Girintisi çıkıntısı olmayan,yere çok yakın bir karyola bulmadıkça da yer yatağında yatmaya devam edeceğiz.


Yatak değil ne de olsa insanı iyi uyutan. Huzur.

İçim,kafam huzurlu olsun yeter ki...

Söz yataktan açılmışken, şöyle bir yatak hayalim var ailemizin kalabalıklaşmasıyla beraber ileriki yıllarımıza dair:


Bu fotoğrafı severek takip ettiğim Kelley'nin blogundan aldım.Şu anda 6. çocuğuna hamile kendisi!Kimilerini korkutabilir bu fotoğraf ama ben çok romantik buluyorum!

Çok istiyorum böyle büyüüüük kocamaaaan bir aile olmayı ben de! İlk çocuğunu 30 yaşında doğurmuş bir insan olarak belki yaşım vefa etmez 5 tane doğurmaya ama çocuk sahibi olmak,bir çocuğa anne olmak,bir çocuğa aile olmak sadece doğurarak olmuyor,öyle değil mi?

27 Aralık 2010 Pazartesi

Acemi anne




Olmadım ben hiç.


İnanması zor değil mi? Ben de inanamıyorum.


Övünmek için söylemiyorum asla, ben beni şaşırttım/şaşırtıyorum bu konuda da ondan diyorum.


Doğduğu ilk günden itibaren, yaptığım her şeyden emin oldum. Ne ‘Nasıl tutacağım?’ diye düşündüm, ne ‘Nasıl besleyeceğim?’ diye. Ne ‘Kakası neden yeşil acaba?’ dedim, ne ‘Gazını nasıl çıkaracağım?’ diye tereddüt ettim. Neden ağlıyor diye bir gün bile panik olmadım. Hep bildim/biliyorum çünkü neden ağladığını.


Bir buçuk iki aylık falandı Ali, o zamanlar kundak yapıyorduk. Bir sabah kundağı açtık, üstünü değiştirmek için tulumunu çıkarttım. Bir baktım bütün vücudunda kıpkırmızı döküntüler var. Hiç mi panik olmaz insan? Olmadım. Odasının sıcak geldiğini anladım. Eşim ‘Doktoru arayalım, soralım.’ dedi.’Boşver, yarına geçer.’ dedim. Geçti.


Ne ‘Sütüm yetiyor mu?’ diye düşündüm, ne ‘Neden bu kadar sık uyanıyor?’ diye. Uyku eğitimini falan aklımdan bile geçirmedim. Düzeleceğini biliyordum. Kendi kendine uyumayı öğrenmesi gibi bir derdim olmadı hiç. Hala da yok…


Katı gıdaya geçince bir gün bile düşünmedim neyi nasıl yedireyim diye. Çocuğunun özel bir durumu olmamasına rağmen içirecekleri bir çorbayı bile doktora soranlar var. Demiştim ya, herhangi bir konuda tek bir soru dahi sormuşluğum yok daha.


Olabildiğince akışına bıraktım her şeyi, herhangi bir taktik denemedim.


Her kafadan çıkan sesleri değil sadece kalbimi, bebeğimi ve doğayı dinledim.


Annem doğumdan bir buçuk ay önce falan gelmişti bize. Ağustos ayına denk geldiği için doğumum, sıcaklardan dolayı erken doğum yapacağımdan korkmuştu. Doğumdan 20 gün sonra da gitti. Baktı ki ben idare edebiliyorum, bayram falan da girmişti araya, babamla kardeşimi yalnız bırakmak istemedi.


Ne nasıl yıkayacağımı düşündüm, ne nasıl masaj yapacağımı . Ne ‘Acaba kalın mı giydirdim?’ diye düşündüm, ne ‘Üşüyor mu ki?’ diye.


Yaptığım her şeyden emindim. Ne bir soru işareti kafamda, ne içimde bir endişe oldu.



Geçenlerde bir yazı çıktı karşıma burada.


Her okuduğumda içimi oyan...


Ne zamandır kafamda uçuşup duran düşünceleri, cümleleri öyle güzel bir araya toplamış ki Selen. Ne ekleyecek, ne çıkaracak bir harfim bile yok.


‘Acemi anne olmadım.’ dedim ya, bu düşüncelerin karşısında aceminin de acemisiyim, yüreğim eziliyor ,kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırıp bakıyorum hayatın yüzüne kendimi acındırarak ‘Lütfen bana böyle şeyler yaşatma…’ diye…Ama büyüyen hiçbir insanın bundan kaçışı yok,biliyorum.


Yazıya bıraktığım yorumda yazdığım gibi:


Uyumuş, uyumamış…


Yemiş, yememiş…


Düşmüş, kalkmış…


Bunlar mesele değil, zorluk değil…


Çocuk sahibi olmanın asıl zorluğu bambaşka şeyler işte…


Bazı şeylere engel olamayacağımı bilmek asıl zor olan…


23 Aralık 2010 Perşembe

Yer elması

Malum,kış gelince pazar tezgahlarının pek tadı kalmıyor.Fazla bir seçenek olmuyor,her hafta dön dolaş aynı şeyleri al,pişir.

Burada bir parantez açıyorum.Hayatta en sevdiğim şeylerden biridir pazara çıkıp alışveriş yapmak.Hele ki baharda ve yazın tezgahlardan fışkıran sebzelerin,meyvelerin renklerine,canlılıklarına doyum olmaz.Hiçbir şey almayacak olsam bile gitmeden duramam.

Marketlerin soğuk raflarından sebze-meyve alışverişi yapmayı oldum olası sevemedim.Hiç yapmadım da diyebilirim.Zaten artık market alışverişimiz yok gibi bir şey.

Süt,peynir,yumurta,tereyağı,zeytin,salça,bakliyat,un,ekmek,bir kısım meyve ve sebze
çiftlikten geliyor.Tavuğu,köy tavuğu getiren kasabımızdan alıyorum.
Temizlik malzemelerini internetten sipariş veriyorum.(Sodasan, EcoCert sertifikalı bir Alman markası.Birçok internet sitesi tarafından satışa sunuluyor,bir inceleyin derim.)

Abur cubur yeme alışkanlığımız zaten yok.Geriye pek bir şey kalmadı herhalde?Peçete,tuvalet kağıdı,kağıt havlu...Şu anda başka bir şey gelmiyor aklıma ama belki vardır birkaç kalem daha.Kapattım parantezi.

Kış aylarındaki az seçenekten biri de yer elması.Biz zeytinyağlısını çok severiz.Annem çok güzel yapar.Daha önce bahsettiğim 'Gıdalarımız ve Sağlığımız' kitabı var şu anda elimde.Faydaları şunlarmış:
  • Pankreas ve böbrekler için çok faydalıdır.
  • Yer elmasının şekeri,insüline lüzum göstermeden vücutta depo edilir ve sarfedilir.Bu bakımdan şekerliler için iyi bir sebzedir.Ayrıca hazmı kolay olduğundan çocuklara,hastalara ve ihtiyarlara da faydalıdır.Onları besler.Bol madeni madde verir.Enerji ve besleme bakımından patates ayarındadır.
  • Vitaminleri ve kalsiyumu ile çocukların boylanmasına ve kemiklerinin iri olmasına yarar.
  • Emzikli hanımlarda süt miktarını ve sütün beslenme değerini arttırır.
  • Yer elmasında yağımsı bir madde vardır.Bununla bağırsakları kaygan hale getirir ve pekliği giderir.Hemoroidi olanlara faydalıdır.
  • Bol idrar söktürür ve kandaki pislikleri temizler.Dolayısıyla cildi güzelleştirir.

Zeytinyağlısı şöyle yapılıyor:

1/2 kg. yer elmasını soyuyoruz.(Hepsini bitirene kadar soyduklarımızı limonlu suda bekletiyoruz.) Büyük olanları ikiye bölüyoruz.Cevizden biraz daha büyük parçalar olması lazım elimizde.Bir çay bardağından bir parmak az zeytinyağında 1 orta boy soğan ve 2-3 diş ince kıyılmış sarımsağı kavuruyoruz.2 domates rendeliyoruz.(Yazdan derin dondurucuya attığım rendelerden kullanıyorum,renk vermesi için yarım tatlı kaşığı salça da ekliyorum.)Birkaç dk. çevirip yer elmalarını ve halka halka doğranmış 1 havucu ekliyoruz.Birkaç kere de bunu çevirdikten sonra 1 tatlı kaşığı pirinç,1 tatlı kaşığı şeker,dilediğimiz kadar tuz ve sıcak su koyup (su,yer elmalarının üstüne çıkmayacak işte,göz kararınıza kalmış.) kaynayınca kısıp 45 dk. kadar pişiriyoruz.Her zeytinyağlı yemeği olduğu gibi bunu da tenceresinde soğutup servis tabağına alıyoruz.Üstünü ince kıyılmış maydanozla süslüyoruz.Yerken de limon sıkmayı ihmal etmiyoruz.

Yukarıda gördüğünüz kitabı geçen sene almıştım.Birbirinden güzel çorba tarifleri var içinde.Kolay bulunabilecek malzemeler ve kolay ölçülerle hazırlanan sıcacık çorbalar.Candan Turhan'ın anlatım dili de en az çorbalar kadar sıcak.

Yer elmasının çorbasının da yapılabildiğini bu kitaptan öğrendim.Çocuklara zeytinyağlısını sevdirmekten daha kolay çorbasını içirmek:

Tereyağ ( Zeytinyağı da olur.)

4-5 doğranmış yer elması

2 yemek kaşığı pirinç

4-5 bardak su

1 tatlı kaşığı toz şeker

1 küçük soğan (yemeklik doğranmış)

1 tatlı kaşığı salça

Süt

Tuz

Yapılışı da şöyle:

Pirinçle 2 bardak suyu pirinçler pişene kadar 10-15 dk. kaynatın.Yer elması,şeker ve biraz tuzu kalan 2 bardak suyla beraber tencereye ekleyin,15-20 dk kısık ateşte kapağı kapalı olarak pişirin.Blenderdan geçirip,gerekirse kıvamını inceltmek için süt ekleyin ve bir taşım daha kaynatıp ateşten alın.

Bir tavada soğan ve salçayı tereyağla kavurun,çorbaya katın,biraz demlendirdikten sonra birer dilim limonla servis yapın.

Çocuklara afiyet,annelere süt olsun!

22 Aralık 2010 Çarşamba

Emzirme reformu sobesi



Blogcu Anne Elif'in başlattığı 'Emzirme Reformu Gerekli' hareketini başından beri destekliyorum.
Kendisi bugün köşesinde,bu konu hakkında yeni bir farkındalık ve destek dalgası yaratmak ve bir veri tabanı oluşturabilmek adına aşağıdaki soruları cevaplamamızı rica etmiş.

Hay hay,seve seve...

(1) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç? (*)

Yanıtı görmeden önce %60-70 gibi bir cevap verirdim.Sonucu görünce şaşırdım.Ama 'sadece' ibaresinin bulunması bence bu istatistiğin sonucunun bu kadar düşük çıkmasına neden olan.Bir kaşık su verildiğinde bile bebek ilk 6 ay 'sadece' anne sütü almamış diye kabul edilmiş olabilir.Dolayısıyla aslında bu oranın daha yüksek olduğuna inanıyorum,inanmak istiyorum.



(2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütü ile beslediniz?

Ben 16 aydır emziriyorum ve o istediği sürece de emzirmeye devam etmeyi düşünüyorum.



(3) Kaç ay doğum izni kullandınız?

Çalışmadığım ve bu tür sıkıntılara göğüs germek zorunda kalmadığım için kendimi şanslı hissediyorum.



(4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?

Bkz. soru 3 :)



(5) Emzirdiğiniz ya da süt iznini kullandığınız için iş yerinde mobbing (tepki, işi bırakmanız için baskı) ile karşılaştınız mı?

Bkz.soru 3

(6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarıda emzirmeniz gerektiğinde sıkıntı yaşadınız mı?

Hayır yaşamadım.



(7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Gerek emzirme danışmanlığı, gerekse psikolojik olarak yeterince destek bulabildiniz mi?

Emzirme konusunda kayda değer bir psikolojik ve fiziksel bir sıkıntı yaşamadım gelip geçici ufak birkaç sorun dışında.

(8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan “sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?

Şanslıyım ki görmedim.Ama bana karşı kurulacak böyle cümlelerin sahibi benim kadar şanslı olmayabilir! :)

(9) Emzirme Reformu’nu biliyor musunuz? Sizce Emzirme Reformu neden gerekli?

Evet,haberdarım.

Emzirme Reformu bebeklerin en azından ilk 6 ay hakları olan anne sütünü alabilmeleri için mutlaka gerekli.

Hem psikolojik hem fiziksel açıdan daha sağlıklı yarınlar için Emzirme Reformu hemen şimdi!

(10) Emzirme Reformu’nu web sitesinde desteklediniz mi? Destek olmak için www.emzirmereformu.com adresindeki formu doldurmanız yeterli.

Evet.

(*) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı yüzde 1,3. (Kaynak UNICEF Türkiye). Annelerin yüzde 98′i doğumdan sonra emzirmeye başlıyor, fakat ilk iki aydan sonra genel emzirme sorunları veya işe başladıklarında yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle emzirmeyi ve anne sütüyle beslemeyi sonlandırabiliyorlar.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Midemi tıp tepti!



Neyzen Tevfik'in daha tıbbın bu kadar hayatımıza girmediği bir zamanda söyledikleri:

Bir hazakatzedeyim,midemi tıp tepti benim
Kırk katır tepse yıkılmazdı bu muhkem bedenim


Kapladı her yanımı sancı,elem,ağrı,bere
Bir mezar oldu vücut,sanki etibba haşere


Hastane sanarak çok yere girdim çıktım
İbret aldım oralardan da canımdan bıktım.


Hazakatzede:Osmanlıca'da hekim hatasının kurbanı olan kimse için alay yollu söylenen söz.

Etibba:Doktor

Muhkem:Sağlam

Ya bir de günümüzde yaşasaydı Neyzen,neler döktürürdü dersiniz?

19 Aralık 2010 Pazar

Sevgi ve saygı ile beslemek

Başından beri felsefem bu oldu.


Ali hiçbir zaman iştahsız bir çocuk olmadı.Ya da ben beklentilerimi az tuttuğumdan bana öyle geldi/geliyor,bilemiyorum.Midesinin boyutunu hep göz önünde tuttum tabağına yemek koyarken.İstemediği zaman son kaşık için hiç zorlamadım.


Fakat, çocuklar büyüdükçe davranışları da yaşının gereklerine bağlı olarak değişiyor .Yürümeye başlayan çocuk uzun bir süre bir yerde oturup kalmıyor,kalamıyor.Daha önce bahsetmiştim,kutulanmış çocuklardan olmasını da istemiyorum,evet.Önceliği artık oyun,bunu da biliyorum.


’Bilim adamları küçük çocuklarla deney yapıp,yiyeceklere yakın bırakıldıklarında ne yapacaklarını görmek istemişlerdir.Onların aşırı yiyeceğini düşüneceksin.Yanılıyorsun,onlar aşırı yemez.Anne ve baba onları aşırı besleyip ‘Daha çok ye.Ye,biraz daha güçlen.Biraz daha canlan,şu haline bak.’ derler.Çocuk ağlıyor.Çocukların sıklıkla ağladığını görürsün.Onun bedeni hayır diyor.Onun bedeni dışarı çık ve biraz hopla ve zıpla,git ağaçlara tırman diyor.Ve sense onu beslemeye devam ediyorsun.Doktor her üç saatte bir çocuğa süt vermek gerekir diyor.Çocuk içmiyor ve başını bir o yana bir bu yana sallıyor.Bu ortalama zamanı takip etmek işe yaramaz.Çocuk acıktığında ağlayacaktır,o seni haberdar eder.Saate bakmaya gerek yok.Çocuğun kendi bedeninde içsel saati var.Ama sen onun saatini bozmaya devam ediyorsun.Ve her çocuk başka bir zamanda acıkacaktır.Şimdi bu büyük bir problemdir,bir kural oluşturuldu;ortalama kuralı.


Ortalama kuralına dikkat et.Bedenin kendi içsel saati vardır.’’


diyor Osho efendi.


Duygularıma tercüman oluyor.


Oluyor olmasına da bu nasıl davranacağımı şaşırmama engel olamıyor. Ali acıktığında mama mama diye bağırıp,tencerelere saldırıyor.Mama sandalyesine oturtuyorum fakat en fazla birkaç kaşık sonra huzursuzlanıyor, kalkmak istiyor.Kaldırmazsam bir lokma daha yemiyor.Kalktıktan sonra da kah yanıma gelerek,kah ben elimde kaşıkla onun yanına giderek yemeği bitiriyoruz.


Aslında içimden bir ses doğru yaptığımı söylüyor. Kaldırmayıp oturmaya zorlarsam;inatlaşma,gerginlik derken ipler iyiden iyiye kopacak.Dediğim gibi iştahı yerinde,onu da bozmuş olacağım belki.Bu yaştaki bir çocuğa bırakın sofra adabını öğretmeyi,herhangi bir eğitim verilmeye çalışılması bana göre zaten doğru değil.Sevgi ve saygıyla beslemeye devam ediyorum aslında kendimce.


Ama elimde tabakla peşinde gezmeyi de istemiyorum bir taraftan.


Bunun bir orta yolu yok mu acaba?

13 Aralık 2010 Pazartesi

D vitamini



Devam ediyorum:



''D vitamini sağlıklı kemikler ve kalsiyum emilimi için gereklidir.


Anne sütünün D vitamininden yana fakir olduğu sonucuna varmak yanlıştır.Mesele anne sütünün çocuklarımız için bu bakımdan uygun olmadığı değil,emziren annenin yeterli güneş ışığı alıp almadığıdır.Anne de bebek de her gün güneş ışığına çıkmalıdır.Her ne kadar artık güneşfobik bir toplumda yaşıyor olsak da,bunu yapmak oldukça basittir.


D vitamini eksikliğinin güneşi bol olan ülkelerde daha çok görülmesi ise ayrı bir çelişkidir.Bu gerekli ve yararlı maddenin emilimini güneş gözlükleri,güneş kremleri ve koyu renkli camlar engeller.Cildimiz D vitaminini güneşin ultraviyole ışınlarıyla üretir.Güneş gözlüğü taktığımızda,gözlerimiz etrafta fazla ışık olmadığını düşünür ve beyin aracılığıyla cilde ultraviyole ışınları için hazır olması gerektiği mesajını gönderemez.


Vücudunuz yazın güneşten uygun olarak istifade ederek,depolarını kış aylarına taşıyabilir.Sağlıklı güneşlenmek yanmak değildir,cildinizi nazikçe ve yavaşça güneşle buluşturmaktır.Sabahın erken saatleri ve akşam üzerileri tolerans seviyenizin kademeli olarak artmasını sağlar.Herkesin güneş ışığına ihtiyacı vardır.


Sağlıklı kemikler ve dişler sahip olmak D vitaminine bağlıdır.Eksikliği ilerleyen yaşlarda otoimmun rahatsızlıkları ve osteoporoz olarak ortaya çıkar.


Cilt kanserinin en önemli risk faktörü güneş değil,sağlıksız yağ tüketimimizdir.Eğer diyetinizde margarin,kızarmış yağlar vb. yerine doğal yağlar bulunuyorsa bedeniniz cilt kanserine meyilli olmayacaktır.''


Konuyla ilgili La Leche League International'ın görüşü de burada.

Güneşten yana bizim kadar şanslı olmayan çoğu Avrupa ülkesinde bile bebeklere rutin olarak verilmeyen D vitamini, ülkemizde sağlık konusundaki sayısız 'ezber'den biridir.


Bana kalırsa son yıllarda artan cilt kanserinin en büyük nedenlerinden biri de bilinçsizce ve fazlaca tüketilen kozmetik malzemeleridir ki buna güneş koruma kremleri de dahildir.


Geçtiğimiz yaz ne kendime ne de Ali'ye bir damla bile güneş kremi sürmemeyi başarabildim,tatilimizin bir kısmı da teknede geçti,ona rağmen...Sadece öğle saatlerinde güneşe çıkmamaya dikkat ettik.

İlerleyen senelerde öğlen denize gitmeme ya da güneşe çıkmama konusunda sözümü ne derece dinletebilirim bilmiyorum tabii ama o zaman da içeriğinin her maddesini büyüteçle inceleyerek,ne olduğunu araştırarak (bilindik bir markanın 'çocuklar için özel' ürünü olması asla yeterli olmaz) edindiğim bir kremi sürerim.


Benzer görüşleri Daniel Reid'in Detoks isimli kitabında da okumuştum:

''Helyoterapi veya sağaltıcı güneş banyosu için günün en iyi zamanı,güneşin gökyüzünde yavaşça süzüldüğü ve gözlere veya cilde zarar vermediği 10:30'dan önceki veya 15:30'dan sonraki saatlerdir.Günde birkaç kez,20-30 dakikalık seanslar arzulanan sağaltıcı etkileri elde etmek için yeterlidir.Cildinizin ne kadar büyük bir kısmını güneşe maruz bırakırsanız,alacağınız fayda da o oranda artar.Bu,gözler için de geçerlidir.Helyoterapi sırasında güneş gözlüğü takmayın,çünkü gözlük güneşteki faydalı uzun dalga UV frekanslarını filtreler ve oküler-endokrin sistemini harekete geçirip bağışıklık tepkisini harekete geçiren bu frekanslardır.


Bir time-lapse fotoğrafçısı olan John Ott bitkilerin büyüme döngüsünü fotoğrafladığı bir dış mekan projesi sırasında kırılan güneş gözlüklerini yenilemeye fırsat bulamayınca gözlüksüz çalışmaya devam etti ve birkaç hafta sonra yıllardır çektiği ağrılı artritinin hızla iyileşmeye başladığını fark etti.Sonrasında yapılan araştırmalarda,daha önce güneş gözlükleri tarafından bloke edilen UV ışınlarının gözüne girmesiyle hipofiz bezinin hormon salgılamak üzere uyarıldığı ve bu salgılanan hormonların böbreküstü bezlerini,vücudun bu durum için yerleşik reçetesi olan doğal steroidleri üretmek üzere harekete geçirdiği anlaşıldı.''

9 Aralık 2010 Perşembe

K vitamini



Geçen yazımda bahsettiğim 'The drinks are on me' den devam ediyorum yine.Paylaşmak istediğim birkaç bölüm daha var önümüzdeki günlerde...


''Yeni doğan bebeklere K vitamini iğnesi yapılması da insanoğlunun anneyle bebek arasına giren icatlarına bir örnektir.Yapay K vitamini verilmesinin amacı yeni doğanı olası bir kanamalı duruma karşı korumaktır.Fakat önce kendimize bu tip insan icatlarının nereden çıktığını sormalıyız.


Peki insanoğlu K vitamini iğnesi olmadan bugünlere kadar nasıl geldi? Anne ve bebeklere ne yaptık ki K vitamini verme ihtiyacı ortaya çıktı?

Müdahalesiz,doğal doğumlarda bebek doğum kanalından geçerken annesinin dışkısından bir miktar yutar.Bu,sindirim sistemine gider ve bağışıklık sisteminin gelişimini başlatır.Fakat doğum modernize (!) edilip kadınlara doğumdan önce lavman yapıldığından beri bebekler bundan mahrum kalıyor.Modern doğum ayrıca sağlık personlinin rutin işlerini(bebeği yıkama ve tartma gibi) yapmalarını gerektirdiğinden emzirmenin gecikmesini kaçınılmaz kılıyor.Bunun gecikmesi demek,bebeğin K vitaminini anneden zamanında alamaması demektir.


Yeni doğan sünneti de hatırı sayılır bir kan kaybına sebep olur.Doğumlara müdahale ediyoruz,emzirmeyi geciktiriyoruz ve bebeğimizin bir parçasını koparıp atıyoruz.Herhalde K vitaminine ihtiyacımız olur!


Çalışmalar K vitamini almayan bir bebeğin kanamalı bir durumda riskinin 1/10000 ile 1/25000 arasında olduğunu gösteriyor.Size bebeklerin K vitamini eksikliğiyle doğduklarını ve anne sütünde çok az K vitamini olduğunu söyleyeceklere karşı hazır olun.Doğa Ana insanoğlu kadar bilemiyor,öyle mi?

Biz bilinçli tercihler yapan anneler olarak kendimize bu K vitamini azlığının neye ve kime göre kıyaslandığını sormalıyız. Bu az miktar da bir bebek için yeterli olamaz mı,tıpkı bebeklerin gövdesiyle kıyaslandığında başlarının büyük olması gibi?

Ayrıca anne sütünde K vitamininin az olduğunu gösteren çalışmalar annelerin doğumdan sonra kolostrumu sağıp,bebeğe vermedikleri zamanlara aittir.Ayrıca o zamanlar bebekler saate bağlı emzirilir ve emzirme süresi de sınırlı tutulurdu.Şu anda sağduyunuz size bu çalışmalara güvenmemeniz gerektiğini söylüyordur sanırım.


Bebeğinizin K vitamini seviyesini yükseltmenin en iyi yolu doğumdan sonra kordonu mümkün olduğunca geç kesmektir.

Bazı kadınlar kordonun kesilmeyip plasentayla beraber bebeğin yanında tutulup,kendiliğinden kuruyup düşmesinin beklendiği lotus doğumu tercih eder.Sadece plasenta çıkıncaya kadar kordonu kesmemenin bile inanılmaz büyük bir etkisi vardır.

K vitamini yeşil yapraklı sebzelerde,mercimekte,bezelyede ve pekmezde bulunur.Bunları beslenmenize kattığınız sürece bebeğinizin önce plasentadan sonra ise sütünüzden yeterli K vitaminini aldığına emin olabilirsiniz.''

7 Aralık 2010 Salı

Sezaryen ve emzirme


Bugünlerde okumakta olduğum birkaç kitap var.Bir tanesi Veronika Sophia Robinson’un yazmış olduğu ‘The drinks are on me(Everything your mother never told you about breastfeeding)’

Veronika,iki çocuğunu da yedi yaşına kadar emzirmiş bir anne.Kitabı o kadar içten bir dille yazmış ki sanki okuyor gibi değil de karşılıklı sohbet ediyor gibi hissediyor insan kendini.Doğal,holistik bir anneden emzirmeyle ilgili hiçbir yerde okumadığım şeyler öğrendim.İlgilenenlere şiddetle tavsiye ederim.


Blogumda benim gibi düşünenlerin yazdığı kitaplardan alıntılara yer vermeyi seviyorum.’Tam da benim düşündüklerimi yazmış.’ ya da ‘Ben de yazsam bunu/böyle yazardım.’ dediklerime…



Sezaryen ve emzirme



Sezaryen ameliyatı hafife alınmamalıdır.Asla yaşam tarzına bağlı bir seçim olmamalıdır.Sadece gerçekten tıbbi bir aciliyet durumunda uygulanmalıdır.Bebeğin, annesinin doğum kanalından geçerek dünyaya gelmesinin zihinsel,fiziksel ve ruhsal açıdan önemini anlatmak için zaten başlı başına bir kitap yazmak gerekir.



Birçok kadın,bebeği çıkarmak için yapılan bu büyük karın ameliyatının bebeklerin emme yetisini nasıl etkileyeceğinin farkında değildir.Farkında olanlar da genelde,bunun ameliyatın kendisinden kaynaklandığını sanır.



Bu da bir etken olmasına karşın,başarılı bir emzirmeyi başlatmak için en büyük engel anneye ağrı kesici olarak enjekte edilen morfindir.Bunun,annenin oksitosin salgılamasını ve süt üretmedeki doğal kabiliyetini çok büyük derecede etkilediğini gösteren birçok çalışma mevcuttur.Tabii ki tam olarak imkansız kılması diye bir şey söz konusu değildir,fakat bıçak altına yatmayı düşünen kadınların bunu göz önüne almaları gerekir.



Arz ve talebin bütün kuralları sezaryenle doğum yapan anneler için de geçerlidir. Pes etmeyin! Emzirmeyi başlatmak için kendinize güvenli bir liman yaratın.İlaçların etkisini vücudunuzdan atmak için bol bol su için.Morfinin atılmasına yardımcı olmak ve süt üretiminizi arttırmak için düzenli olarak ısırgan ve rezene çayı tüketin.



Doğumdan hemen sonra bebeğinizin göğsünüze verilmesini isteyin. Göz merhemlerine, K vitamini iğnesine, topuk kanı alınmasına, bebeğin yıkanması ve tartılmasına ihtiyaç yoktur. Bebeğinizin tek ihtiyacı sizsiniz. Mümkün olan en çabuk şekilde bebeğinizle ten teması kurmak ve emzirmeye başlamak sizin hakkınızdır.



Siz kendinizi iyi hissetmenize rağmen, bebeğiniz büyük bir şok yaşıyor olabilir. Sizden plasenta aracılığıyla aldığı ilaçların etkisiyle uyuşmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Sezaryenle dünyaya gelen bir bebek, gelmesi gerektiği gibi gelmemiştir. Vücudu biyolojik olarak ‘beklediği’ şeyleri yapamamıştır. Doğum sonrası emzirmenin geciktirilmesi de bebeği olumsuz etkiler.



Sıcak, rahat, karanlık, küçük dünyasından; haber verilmeden yüksek seslerin,sert ışıkların,kaba ellerin,yabancıların olduğu bir dünyaya çekilmiştir.Bu yeni doğan bir bebek için son derece şok edicidir.O,bütün bunları sevgiden ziyade korkuyla yorumlayıp;yeni dünyaya alışmaya çalışacaktır.



Nazik olun, düşünceli olun ve bebeğinizin isteklerini her şeyin önünde tutun. Eğer siz fiziksel olarak bebeğinizi tutamayacak durumdaysanız,ten temasını eşinizin,annenizin veya en yakın arkadaşınızın sağladığından emin olun.

5 Aralık 2010 Pazar

Babies

Aylardır izlemek istiyordum 'Babies'i. Ekim ayında vizyona gireceği söyleniyordu,girmedi.İnternetten indirmeye çalıştık,olmadı.Amazon'dan kitap ve film siparişi verdim,onu unuttum.

Geçen gün Yasemin link vermiş blogunda.Görünce inanamadım!Nasıl sevindim anlatamam.

Çok güzel bir belgesel.İnsana, halihazırda yaptığı anne babalığı sorgulatan cinsten.

İzlemek için buraya tıklayınız.

İyi seyirler!

3 Aralık 2010 Cuma

Sezaryen



Suda doğum ve ev doğumu alanında devrim niteliğinde uygulamalar yapan hümanist doktor Prof.Michel Odent'in,her anne adayının mutlaka okuması gereken bir kitabı ''Sezaryen''.


''Yumurtadan çıkan yavru kuşlar,yumurtadan çıkabilmek için önce kendilerine ufacık bir delik açıyor.Sonra o minik delikten sıkışa sıkışa sürtünerek çıkmaya çalışıyor.Eğer kuşun yumurtadan daha kolay çıkması için ona 'yardım ederek' deliği büyütürseniz,kuş kanatlarını geliştiremeden dünyaya geliyor.Ve uçamıyor.Sürtünme ve zorluk kuşa kanatlarını kazandırıyor.



Bebeğin kendisinin doğmaya hazır olduğu zamandan önce doktora/anneye uygun tarihte suni sancı ile başlatılan doğumun da bedelleri var:Çocuğun bir boyutta 'kanatlarının' oluşmasını engelliyor.Doğum kanalında bebek doğmak için zorlu bir yolculuk yaparken akciğerleri gelişimini tamamlıyor.Doğum sancıları,yani rahim spazmları çocuğun bedeni üzerinde basınç(masaj) yaptığı için gereklidir.Bu masaj,cildin bütününde sinir hücrelerini uyardığı için bebek açısından çok önemlidir.''



''...Epidural anestezi ve sezaryen ile doğum yapan hayvanların yavrularıyla hiçbir şekilde ilgilenmediğini biliyor musunuz?Anne ile yavru arasındaki içgüdüsel sevgi bağı kopuyor.


Bu,çok önemli bir bilgi.


İnsan annelerinin beyinlerinde hayvanlarda olmayan neokorteks,yani ön beyin olduğu için yavrularıyla sezaryenle de doğsa ilgileniyor ama yine de doğanın gerçeği şudur: İnsan da memeli bir hayvandır.Memeli hayvanlar ile ortak olan 'alt beyni'nin güdümünde olan yavrusunu sevme ve bağlanma 'kapasitesi' diğer memeli annelerle ortaktır.Yani annenin de bebeğin de 'içgüdüsel' sevme yetisinde azalma olması kaçınılmazdır.''


Doğum yapan bir kadının neokorteksini uyarmayın!


''-Dil,özellikle de rasyonel bir dil bu tür bir etkendir.Bu,örneğin,doğum görevlisinin başlıca niteliklerinden birinin fazla göze çarpmama,sessiz kalma ve özellikle de net yanıt gerektiren sorular sormaktan kaçınması gereğine işaret eder.Zor bir doğum geçiren ve 'başka bir gezegene gitmiş olan' bir kadın düşünün.Bağırmaya cesaret ediyor,başka türlü asla yapmayacağı şeyleri yapıyor,kendisine öğretilenleri ve kitaplarda okuduklarını unutmuş,zaman kavramını yitirmiş ve birden kendini en son ne zaman tuvalete çıktığını bilmek isteyen birine yanıt vermek zorunda kaldığı bir durumda buluyor!Basit görünse de,doğum görevlisinin olabildiğince sessiz kalması gerektiğini yeniden keşfetmek muhtemelen uzun zaman alacaktır.



-Parlak ışık,insan neokorteksini uyaran başka bir etkendir.Fizyolojik açıdan bakıldığında bu,loş ışığın genel olarak doğum sürecini kolaylaştırması gerektiğini gösterir.Doğum yapan bir kadının 'başka bir gezegene' geçer geçmez,her türlü görsel uyarılmaya karşı kendisini koruyacak pozisyonlara yöneldiği fark edilebilir.Örneğin,dua ediyormuş gibi dört ayak üzerinde durabilir.Sırt ağrısını azaltmanın dışında,bu yaygın pozisyonun bebek stresinin temel nedenini azaltmak(omurgada uzanan büyük kan damarlarının baskısı olmaz) ve bebeğin vücudunun rotasyonunu kolaylaştırmak gibi birçok olumlu etkisi vardır.



-Gözlemlenme hissi,neokorteks uyarılmasının başka bir türüdür.Aslında gözlemlendiğimizi bildiğimizde her birimiz kendimizi farklı hissederiz.Neokorteksi bizim kadar gelişmemiş olan tüm diğer memelilerin mahremiyet içinde doğum yapma stratejilerinin olması aslında ironiktir.Mahremiyetin önemi,örneğin doğum yapan bir kadının karşısında durup onu izleyen ebe ile bir köşede oturan diğer ebenin tutumu arasında bir fark olduğuna işaret eder.Video kamera veya elektronik fetal monitörü gibi gözlemlenmenin bir yolu olarak algılanabilecek her türlü cihazı kullanmak konusunda gönülsüz olmamız gerektiği ortaya çıkar.



-Adrenalin ailesindeki hormonların salgılanmasını tetikleyebilecek herhangi bir durum,neokorteksi uyarma ve bunun sonucunda da doğum sürecini yavaşlatma eğilimindedir.Olası bir tehlike anında memelilerin uyanık ve dikkatli olması gerekir.Bu da doğum yapan bir kadının öncelikle kendini güvende hissetmeye ihtiyaç duyduğu anlamına gelir.Ebe aslında bir anne figürüdür.Anne,gözlemlendiğini ve yargılandığını hissettirmeden yanında güvende hissedilen kişi prototipidir.''


İnsanoğlu unuttuğu bunca şeyi yeniden hatırlayabilse,kendine hatırlatabilse,öğretilenleri ve korkularını bir kenara bırakarak kelimenin tam anlamıyla 'bir hayvan gibi' doğurmaya çalışabilse...

Doğum mucizesinin farkına varabilse...


Her şey daha kolay ve güzel olmaz mıydı?

1 Aralık 2010 Çarşamba

Kayıt

''Sezaryen bir doğum şeklidir.Hem benim hem çocuğum için daha sağlıklıdır.Hem nasıl dünyaya geldiğimizin o kadar da bir önemi yoktur.''

''En iyisi yeni doğan sünnetidir.Hem canı acımıyor,hem ilerde hatırlamayacak.''

''Ağlasın.Susar.İlerde hatırlamayacak nasıl olsa bu ağlamalarını.''

''En katısından da olsa uyku eğitimi verilmelidir bir çocuğa.Hem onun iyiliği için yapıyorum bunu.''

''Bu kadar emmesi bana göre yeterli.Hem onun iyiliği için kesiyorum memeden,nasıl olsa hatırlamayacak,bu olay ne kadar travmatik olursa olsun.''

''Anneannesi/babaannesi benim yokluğumu aratmaz nasıl olsa.Benim kadar iyi bakarlar.Sık sık bırakıp kendime vakit ayırmam onun için de iyi oluyor hem.''


Ve bunun gibi nice şey...

Hepsi yalan...

Hepsi içimizde bir yerlerde kayıtlı...

Kayıtlarımızla yaşıyoruz,kayıtlarımızdan oluşuyoruz.

Hayatta hiçbir şey bu kadar yüzeysel değil.

Tercihlerimiz olabilir,kabul...

Ama yeter ki kendimizi kandırmayalım.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...