30 Ocak 2011 Pazar

Sezen Aksu,Halil Cibran,Mary Haskell




Sezen Aksu'nun Deniz Yıldızı albümündeki 'Hala haber bekliyorum senden' isimli şarkıyı dinlerken o zamanlar anlamıyordum,hayır durun önce sözlerini yazayım:




Hala haber bekliyorum senden

Yazık bir şey gelmiyor elden


Şükür çocuklarımız büyüdü

Elleri ekmek tutar oldu

Bu yalnızlık aldı yürüdü

Git gide sen oldu büyürken


İyi şeyler de olmadı değil

Aynı deryaya doğru bu seyir

'Okçu'nun önünde saygıyla eğil

Bir selam yolla gittiğin yerden


Bu şarkılar şifa duaları

Bu şarkılar yıkar duvarları

Bu şarkılar dostluk sal'aları...


O zamanlar anlamıyordum dediğim 'okçu' kimdi bilmiyordum.Halbuki sözlerin altında da yazıyordu Halil Cibran'ın 'Çocuklarınız' şiirine atıfta bulunulmuştur diye.Zahmet edip bulup,okumamıştım şiiri...


Şimdi ise her ama her okuyuşumda aynı coşkuyu duyuyorum içimde.Çocuk yetiştirmedeki en büyük kılavuzum oldu diyebilirim bu şiir...


Çocuklar, sizin çocuklarınız değil

Onlar kendi yolunu izleyen 'hayat'ın oğulları ve kızları

Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler

Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller

Onlara sevginizi verebilirsiniz,düşüncelerinizi değil

Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.

Bedenlerini tutabilirsiniz,ruhlarını değil

Çünkü ruhlar yarındadır

Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz

Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları

Kendiniz gibi olmaya zorlamayın

Çünkü hayat geriye dönmez

Dünle de bir alışverişi yoktur


Siz yaysınız,çocuklarınız ise

Sizden çok ilerilere atılmış oklar

Okçu,sonsuzluk yolundaki hedefi görür

Ve o yüce gücü ile yayı eğerek

Okun uzaklara uçmasını sağlar

Okçunun önünde kıvançla eğilin

Çünkü okçu,uzaklara giden oku sevdiği kadar

Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever


Ve Mary Haskell'in Halil Cibran'a yazdığı bir aşk mektubundaki satırları ben yazmış olmayı dilerdim,oğluma ithafen...Bunlar benim cümlelerim olacak kadar benim dilimden,içimden çünkü:


Ne olursan ol beni hayal kırıklığına uğratamazsın;senin kim olabileceğin veya nasıl davranabileceğine dair hiçbir ön yargım yok.Seni öngörmeyi istemiyorum,seni sadece keşfetmek istiyorum.Sen beni hayal kırıklığına uğratamazsın.

23 Ocak 2011 Pazar

Havada 'statü' kokusu var!


Son yıllarda yeni doğan sünneti pek bir moda(!) biliyorsunuz.


Özellikle kalbur üstü diye tabir edilen kesimden büyük bir talep görüyor.Özel hastanelerin doğum paketinde sunuluyor ebeveynlere.'Her şey dahil' bir nevi!


Sanki yeni doğan sünneti yaptıranlar modern ve şehirli...

Çocuk büyüdükten sonra (yanına bazen bir düğün de koyarak) yaptıranlar geleneksel ve köylü...

Benim sünnet yaptırma gibi bir mecburiyetim olsaydı 'köylü' olmayı tercih ederdim açıkçası.


Belki siz gerçekten çocuğunuzun iyiliğini düşündüğünüz,hatırlamayacağını(!) varsaydığınız için yaptırdınız.Olabilir.


Fakat,özelden ziyade genele baktığımızda böyle bir hava seziyorum ben.

Bir tek ben miyim peki havadaki bu 'statü' kokusunu alan?

İki farklı kesim arasındaki farkın altı sünnet vesilesiyle bir kere daha kalın çizgilerle çizilmiyor mu?

Bana mı öyle geliyor yoksa?





Geçenlerde 'Emziren Anneler' grubunda da tartışıldı sünnet konusu.Hatta bir anne, bir yakınının oğlunun yedi yaşında sünnet edildiğini ve çocuğun eve gelince 'Ben ne yaptım da bana bunu yaptınız?' dediğini yazdı.

Evet,böyle bir cümleye cevap vermek,böyle bir cümleyle baş etmek zor hakikaten.

Bebek sünnetinde ise tek fark bebeğin konuşamıyor oluşu,öyle değil mi?

Konuşamamasından,dilinin olmamasından faydalanmak değil de nedir bu?
Ben daha acımasızca buluyorum olaya böyle yaklaşmayı.

İnsanın belki de ömrü boyunca en savunmasız olduğu dönem bebeklik.

Ve bilinç altının en açık olduğu.

Fiziksel olarak ise üst deri penis başına yapışık durumda,ayrılmaya hazır değil.Gerek ruhsal gerek fiziksel açıdan birini ya da bir şeyi 'zorlama' hayatın hangi anında doğru ki bu anında olsun?


Yeni doğan bir bebeğin sadece annesinin şefkatine,kokusuna,memesine ihtiyacı vardır.


Sevgiye ihtiyacı vardır.


Neşterlerle üstüne saldırılarak derisinin yüzülmesine değil...(Olayı böyle süsleyip püslemeden olanca çıplaklığıyla yazınca ne kadar acı geliyor kulağa,değil mi?)


Ne uğruna olursa olsun,lütfen bırakalım bebeklerin canını yakmayı...


Doğaya bakmayı beceremiyorsak bile,


Becerelim kalbimize bakmayı...

17 Ocak 2011 Pazartesi

Muzlu kek

'Evimizden eksik olmuyor.' dersem abartmış olmam bu kek için.İçinde sıfır şeker ve sıfır yağ olduğuna inanmak zor hakikaten.Özellikle Aliş için çok besleyici bir kek,kendisi de bayılıyor sağolsun;kahvaltıda,akşam üstü uykudan kalkınca,ne zaman bulursa yumuluyor resmen!
Tarifin orjinali burada,benim yaptığım şekli ise aşağıda:

Malzemeler:
4 olgun,orta boy muz (evde kararmaya yüz tutmuş muzlarınız varsa böyle değerlendirebilirsiniz,rondoda çekiyoruz hepsini)

5-6 çorba kaşığı kuru üzüm

10-15 ceviz (rondoda çekilmiş,ister iri,ister un gibi çekin)

2 yumurta (ayrı bir yerde çırpıp ekliyoruz)

yarım su bardağından biraz az süt veya kefir veya yoğurt (tarifin orjinalinde 2 yemek kaşığı kaymak diyor,artık o anda elinizde ne varsa)

1 su bardağı tam buğday unu

1 su bardağı yulaf ezmesi

1 tatlı kaşığı tarçın ( geçen sefer koymayı unutmuşum ama öyle de güzel oldu.)

1 tatlı kaşığı karbonat veya kabartma tozu ( fazla kabaran bir kek değil zaten)


Bunları sırasıyla karıştırıp,küçük kare bir kek kalıbına yağlı kağıt serip üstüne döküyoruz.170 derece fırında 30 dakika pişiriyoruz.

Bir dilimi tatlı ihtiyacınızı fazlasıyla gideriyor,üstelik de sadece 90 kaloriyle!

Daha ne olsun?

Afiyet olsun!

12 Ocak 2011 Çarşamba

Dr.Hakan Çoker'le doğal doğum kursu


Benim Hakan Çoker’le ilk tanışmam doğumumdan birkaç ay sonra gazetede okuduğum bir röportajı sayesinde oldu.’Doğal doğum dağ çileğiyse,sezaryen (artık bunun keyfi planlı sezaryen olduğunu herkes anlıyordur sanırım,acil sezaryene kimsenin bir şey dediği yok zaten.) hormonlu çilektir.’ diyordu.’Vay be! Böyle doktorlar da varmış demek ki!’ demiştim ve ismini hafızama kazımıştım. Ve sadece bir ismin peşine düşmemle önümde bugün bile hala girip çıkmaya doyamadığım,doğaya ve doğala ait şahane kapılar açıldı.


Bu yüzden kendisiyle, kendimce bir gönül bağım vardır.


Hatta kendisini ilahlaştırdığım zamanlar da olmadı değil, soyu tükenmiş doktorlardan olduğu için. Kursa giderken bir Hollywood yıldızıyla tanışmaya gidiyormuş gibi bir halet-i ruhiye içindeydim desem yalan olmaz,Allah bana da akıl fikir versin ne diyeyim!


Bu kadar yazıp çiziyorum ama demek ki neymiş? Ben doktor düşmanı falan değilmişim, tıbbi müdahale düşmanı hiç değilmişim.


Aynı hayranlığı Prof.Dr. Ahmet Rasim Küçükusta’ya da duyarım mesela.


Bu ikisini diğer doktorlardan ayıran farkları görebilenler zaten nedenleri(mi) de kolayca anlayabiliyorlardır, dolayısıyla uzun uzadıya yazmayacağım.


Hafta başında kendisinin düzenlediği doğal doğum kursuna katıldım. Teorik açıdan fazla bir şey öğrenmeyi beklemiyordum, zaten bu konuları fazlasıyla araştırmış,hatta yalamış yutmuş biri olarak.Pratik olarak da,öğretilen nefes egzersizleri,izlediğimiz birbirinden güzel doğum videoları,hem eğlenceli hem değişik şeyler hissettiren,derinlerimizde kalan birtakım şeyleri ortaya çıkaran psikodrama örnekleri yanıma kar kaldı.


Ama, kursa giderken hiçbir şey bilmediğimi düşünerek yazacak olursam neler yazardım?


Doğum, ilkel beynimizin işi. Kendimizi doğaya bırakıp,bedenimizi dinleyebilirsek,mahremiyetimizi koruyup,içimize dönmeyi başarabilirsek doğum gayet olağan ve basit bir eylem aslında.


Şimdiye kadar duyduğumuz, dinlediğimiz korkunç doğum hikayelerinden de sıyırmalıyız zihnimizi.


Bütün bunların sonucunda ‘ağrısız’ bir doğum bile yapabilmemiz mümkün. Ağrı nedir? Önce bunu bir netleştirmeliyiz kafamızda. Doğum kolay bir eylem değil,orasını kabul ediyoruz;fakat gerekli teknikleri bildikten sonra en az yarı yarıya kolaylaştırabilmek bizim elimizde.Eskiler teknik mi biliyorlarmış deriz hemen ama o zamanlar kadınların bu yeteneği ellerinden günümüzde olduğu kadar alınmamıştı,bu kısmı atlamayalım.İç güdülerinden,bedenlerinden bizim kadar uzaklaşmamışlardı.Doğadaki herhangi bir memeli doğum yaparken bir tehlikeyle karşılaştığında,doğumunu durdurup kaçmaya başlıyor.Ceylan-aslan gibi düşünebilirsiniz bunu.Fakat insanlar için günümüzde ‘aslan’ o kadar çok ki.Hele ki hastanelerde,her kapıdan doğumunuzu bozabilecek,durdurabilecek o kadar çok aslan çıkma ihtimali var ki;bunları bilip,bilinçlenip,doğum tercihlerini ona göre yapması gerekiyor bir anne adayının.Doğum en başta annenin.Önce bunun sorumluluğunu alması gerekiyor bir kadının eğer doğumu müdahalesiz gerçekleştirmek istiyorsa.


Bu noktada en önemli şey doktor ve gebe arasındaki güven ilişkisi. Bunun doğum anına bırakılmadan daha muayeneye gittiğiniz ilk günden itibaren kurulması ve geliştirilmesi gerekiyor. Eğer bunu sağlayamadıysanız, son anda doktorunuz size bir müdahaleden veya sezaryenden bahsettiğinde güvenmeyerek inatlaşmanız doğru değil. Sorumluluk almak-sorgulamak ve ukala olmak arasında ince bir çizgi var, doğru yerde durmayı bilmeniz gerekiyor.


İzlediğimiz birçok videoda kadınlar, bağırıp çağırmadan, gayet sakin, hatta zevk alarak doğuruyorlardı. Nedir peki bu kadınlarla aramızdaki fark? Zihinsel olarak doğuma yaklaşımımız, doğuma bakış açımız.Bu kadar basit!Bağırmak da kötü bir şey değil elbet, vücudunuz size bunu söylüyorsa rahatlamak için bağırabilirsiniz de.Ama bu her zaman acı çektiğiniz anlamına gelmeyebilir.


Rahimdeki çizgili kasların kasılıp, bebeği itmeye başlamasıyla başlıyor doğum. Buna benzer bir eylem daha var her gün yaptığımız: Tuvalete çıkmak. Ama hiçbirimiz normal bir dışkılama esnasında ağrı hissetmiyoruz değil mi? Çünkü düşünmeden yapıyoruz bu işi. Aman ben şimdi çizgili kaslarımı kasacağım, yuvarlak kaslarım da çıkmasında bana yardımcı olacak falan diye düşünmüyoruz,değil mi?Veya normal çalışması sırasında vücudumuzda ağrı yaratan başka bir kasımız var mı?Rahim kaslarının görevi de zamanı gelince bebeği itmek.Bunun için oradalar.Ha belki zorlamadan veya spor yapıp çalıştırdıktan sonra ağrır bazı kaslarımız ama onun acısı da hemen değil ertesi gün çıkar.Doğum da eğer gerçekten ağrılı bir eylemse,acısının o anda değil ertesi gün çıkması gerekir.


Yine de rahim kaslarının zorlanıp , diğer kaslardan biraz daha fazla kasılacağını kabul edersek ilaç dışı teknikler de var uygulayabileceğimiz. Bunların birincisi gevşeme. Eğer gündelik hayatta zaten hamur kıvamında bir kişilikseniz, sizin için fazla bir problem yok.Ama kaçımız türlü dış etkenler yüzünden kasmıyoruz ki kendimizi?Doğum anında istenilen gevşeme için bunun alıştırmalarına hamilelik sürecinde başlamak lazım.Yoga bu iş için biçilmiş kaftan.’Yoga yapıp da doğal doğumu beceremeyen bir kadınla karşılaşmadım.’ dedi Hakan Çoker.


Gevşemek ve doğumu kolaylaştırmak için en önemli şeylerden biri de nefes almayı bilmek. Derin ve güzel nefesler alarak, doğru ıkınabilmek doğumu çok çok kolaylaştırıyor.Hiç ıkınmasanız dahi o bebek oradan çıkar ama doğru ıkınarak süreci kısaltabilirsiniz.Göğüs değil karın nefesi alacaksınız.Denerseniz göreceksiniz ki göğüs nefesiyle ıkınabilmeniz mümkün değil zaten.


Mahremiyete saygı da doğumun olmazsa olmazları arasında. Buradayken Sağlık Bakanlığı’yla görüştüler. Güzel bir haber var,hastanelerde doğum odalarında doğum masası direkt odanın kapısına bakar durumda olmayacakmış artık.Bu konu yeniden düzenlenecekmiş ve sadece buna bağlı olarak bile normal doğum sayısında artış olacağını düşündüğünü söyledi.Ne kadar basit ama aynı zamanda ne kadar önemli bir konu.Doğum yapılan odaya orada işi olmayan personelin girmesini istemediğinizi yapacağınız doğum planında hastaneye iletebilirsiniz.Oldu ki unuttunuz,doğum esnasında yakınlarınızdan birini bu konuda görevlendirirseniz mahremiyetinizi büyük ölçüde korumuş olursunuz.


Bir diğer önemli konu da hareket özgürlüğü. Kimse yatarak doğurmak zorunda değil! Saatlerce NST’ye bağlı olmak ya da serum takılmak zorunda değilsiniz. Kendinizi bedeninize bırakırsanız o zaten size söyleyecek o anda hangi pozisyonda rahat edeceğinizi. Aktif doğum bu demek zaten. Özellikle ayakta ıkınmak yer çekiminin etkisinden dolayı çok daha rahat edeceğiniz ve bebeğin çıkışını kolaylaştıran bir yöntem olacaktır.


Epizyotomi ülkemizde nerdeyse her kadına uygulanan bir müdahale çeşidi maalesef. Bırakın ilk doğumu ikinci hatta üçüncü doğumda bile hiç düşünmeden uygulanan bir yöntem haline gelmiş. Şaka gibi! Bu konuyu da doktorunuzla önceden konuşmanızda fayda var.


Bu kesiden mümkün olduğunca korunmak istiyorsanız gebeliğinizin 6. ayından itibaren perine bölgesine zeytinyağı,tatlı badem yağı gibi alerji yapmayacak bir yağla masaj yapmanız da çok işe yarayabilir. Ikınmanın son safhalarında da acele etmez ve ettirilmezseniz kesisiz ve yırtıksız bir doğumu kolaylıkla yapabilirsiniz. Hatta elinizi oraya koyarak,bebeğinizin başını hissederek,olayı kendi kontrolünüz altına da alabilirsiniz.


‘Her şeye rağmen yine de bazı müdahaleler kaçınılmaz olabilir. Hatta her şekilde müdahale edilmek zorunda kalabilirsiniz. Ama bu yine de coşkulu ve güzel bir doğum yaşamanıza engel olmamalı.Moral bozarak,içinde bulunduğunuz anın tadını çıkarmazlık etmeyin.’ diye ekledi ayrıca.


Dediğim gibi,bunlar bilmediğim konular değildi.Daha fazlasıyla ve ayrıntısıyla biliyorum hatta.Benim bu kursa gidiş sebebim daha çok kendisiyle şahsi olarak tanışmak,elektriğimin tutup tutmayacağını görmek içindi.’Tuttu mu peki?’ derseniz,evet fazlasıyla!


Son derece alçak gönüllü, Türkiye’nin en iyi doktorlarından biri olmasına rağmen kendini bir halt sanmayan,esprili,rahat,tatlı mı tatlı bir adam!Doğum olayına tam aynı açıdan bakıyoruz,kafamız aynı mantıkla çalışıyor.Onunla beraber olursa doğumumun nasıl sonuçlanacağı da önemli değil benim için aslında.Doktora güvenmek böyle bir şey galiba.


Kurs bitiminde ayrılırken kendimi tutamayıp boynuna sarıldım.’Sizi çok seviyorum.’ dedim.’Bu yoldaki en büyük destekçilerinizden biriyim. İkinci doğumumda sizi nerede olursanız olun bulacağım. Beraber şahane bir ev doğumu yapacağız ve ondan sonra bu kurslarda gösterilen videolardan biri de benim doğum videom olacak.’ dedim.


Güldü,’Tamam.’ dedi.

http://www.dogaldogum.com/

http://www.dogumakademisi.com/

Tartışmaya(!) gel!




Anlamsız bir tartışma var son günlerde biliyorsunuz gündemde. Yani en azından Ayşe Arman köşesinde öyle yazmış.’Planlı sezaryen mi doğal doğum mu tartışmasına hoş geldiniz’ diye bir başlık(ımsı) atmış.


Nasıl bir tartışmaysa bu, neyle ne karşılaştırılıyor anlayamadım ben?


Vay efendim işi bu olduğu için mi doğal doğumu savunuyormuş ( İnsanın doğalı savunması için bunun işi mi olması gerekir???), vay efendim kadın doğumcuların eşleri niye planlı sezaryen oluyormuş?Bunlar ne kadar basit ne kadar sığ bir mantığın, bir de üstüne üstlük şahane soru sorduğunu zanneden bir zihnin soruları?Genel olarak Ayşe Arman’ın bu röportajdaki üslubunu hiç beğenmedim,çok sevimsiz ve taraflı geldi bana. Aklı sıra karşıdakini köşeye sıkıştırmaya çalışıyor.


Şunu herkesin bilmesi gerekir ki;doğanın dilinden,doğanın ağzından,doğayı temel alarak konuşan bir insanı asla köşeye sıkıştıramazsınız.O yüzden bu konuda eğitiminiz ne olursa olsun tartışmaya girmemenizde fayda vardır.


Kadın doğumcuların eşlerinin niye sezaryen olduğu nasıl bir sorudur Allah aşkına?


İsterse dünyanın bütün doktorları sezaryeni önersin, övsün, göklere çıkarsın; isterse hepsinin eşleri sezaryenle doğum yapmış olsun; bu neyi değiştirir?


Veya (yine dayanamadım, sıkıştıracağım araya) dünyanın bütün doktorları sağlıklı bir çocukta sünnetin faydalarından bahsetsin.


Kafası çalışıp, doğaya bakmayı bilen insan için kaç yazar?


Doktorlarla doğayı karşılaştırmak da neyin nesidir?


Doğa, bütün doktorların üstündedir.


Doğa, bütün tıbbi makalelerin de üstündedir.


Doğa, tıbbın üstündedir.



Önce bunu efendi gibi kabul edeceksin, sonra tıbbın sadece gereken yerde, sadece gerektiği kadar kullanıldığında gerçekten ‘tıp bilimi’ olduğunu, insanlığa gerçek faydasının ancak o zaman olduğunu anlayacaksın.


Sonra tartışmaya gireceksin.

Kaldı ki ondan sonra da zaten girmeyeceksin.



Bana kalırsa doğayı korumak sadece çevreyi korumak, yeşili korumak değildir.


Tıbbi gerekçesiz planlı sezaryene ve sünnete evet dememek de doğayı korumaktır.


İnsan doğasını…

7 Ocak 2011 Cuma

Dr.Sears ve sünnet





Dünyanın önde gelen pediatristlerinden hatta belki de 1 numaralı pediatristi.Dr.Sears’ın sünnet hakkındaki yazısının orjinali burada. Aşağıda tercüme etmeye çalıştım:


Oğlunuzu sünnet ettirip ettirmemeye karar vermek:


Bu, birçok ebeveynin karşılaştığı bir karardır.Bu konuda,yanlış anlamaya açık ve hükmü geçmiş birçok bilgi bulunmaktadır.Karar verirken göz önüne almanız gereken maddelerin bir özeti aşağıdadır:


1) Tıbbi yararları- YOKTUR! Bazı tıbbi yararları olduğunu düşündüğünüz için bebeğinizi/çocuğunuzu sünnet ettirmeyin. Amerikan Pediatri Birliği (AAP) en son çalışmalarında son yıllardaki (son birkaç on yıl)) verilere bakarak sünnetin tıbbi yararı olup olmadığını araştırmışlardır. Kararları :YOKTUR.Sünnetin yapılmaya değer tıbbi bir yararı yoktur.Aşağıda,önceden doğru olduğuna inandığımız ,şimdi ise doğru olmadığını bildiğimiz faydaları sıralanmıştır:



-Temizlik : Sünnetli bir penisin sünnetsiz bir penis gibi üst derinin altında beyaz bir madde(smegma) toplamayacağı için temizlik kısmı doğru olsa da bu tıbbi bir yarar değildir.Sadece,duşta yıkanacak fazladan bir bölge olması demektir.



-Cinsel yolla bulaşan hastalık riskini azaltması : Bu da şimdi doğru olmadığını bildiğimiz bir efsanedir.



-Penis kanseri riskini azaltması : Sünnetli erkeklerin penis kanseri riskinin az olduğu düşünülürdü.Fakat sünnet sayesinde elde edilen bu faydanın çok küçük olduğu bugün bilinmektedir.AAP bu faydanın sünnet ettirmeye değmeyecek kadar küçük olduğuna karar vermiştir.



-Üst deri enfeksiyonlarından korunmak : Doğrudur,bazen üst deri tahriş olabilir.Ama yıkamakla bile kolayca tedavi edilebilir.Nadiren de olsa tahriş olan üst deri enfeksiyon kapabilir.Bu da antibiyotikle kolayca tedavi edilebilir.İnsanın hayatında başına bir veya iki kez gelebilecek böyle bir durum,bebeğinizi/çocuğunuzu sünnet ettirmek için geçerli bir sebep değildir.



-Daha sonra yapılmaya ihtiyaç duyulmasından kaçınmak istemek: Herhangi bir kimsenin tekrarlayan enfeksiyon problemleri yüzünden antibiyotik tedavisi görmesi çok çok az rastlanan bir durumdur.Bazı kimseler bu yüzden genel anestezi altında sünnet olmak durumunda kalabilirler.Fakat bu her bebeği/çocuğu sünnet etme sebebi olmayacak kadar nadir görülen bir durumdur.



-Mesane enfeksiyonlarını önlemek : Sünnetli erkeklerin mesane enfeksiyonlarına yakalanma riskinin daha düşük olduğu düşünülüyordu.AAP şimdi sünnetin bu açıdan yararının çok düşük olduğunu,ve bu yararın da sadece yaşamın ilk yılları için doğru olduğunu kabul etmektedir.Ondan sonrası için bir risk farkı bulunmamaktadır.Ve sünnet için bir sebep teşkil etmemektedir.



BU YÜZDEN ÇOCUĞUNUZU SÜNNET ETTİRMEYE SAĞLIK AÇISINDAN YARARLARI OLDUĞUNU DÜŞÜNEREK KARAR VERMEYİNİZ.



2) Dini sebepler: Bazı kimseler dini veya kültürel sebeplerden sünneti tercih ederler.Bu kişisel bir karardır.



3) Dalga geçilmek istememek: Bu,Amerika’da birkaç on yıl önce doğru olabilirdi ama şimdi gerçek şudur ki sünnetsiz oğlunuz soyunma odasında iyi arkadaşlıklar kuracaktır.Amerika’da çocuğunu sünnet ettiren aile sayısı her geçen gün giderek azalmaktadır.(Bu kısım Türkiye için pek geçerli değil maalesef,ama ben farklılıklarını bilen,onları olduğu gibi kabul eden,özgüvenli bir çocuk yetiştirebileceğime dair inancımı hep koruyacağım.Ayrıca son yıllarda çocuğunu sünnet ettirmeyi düşünmeyen,bunu dile getirmekten korkup,çekinmeyen ebeveyn sayısı da artmaktadır.Dolayısıyla inanıyorum ki yakın gelecekte sünnetsiz olmamak çok da garip bulunmayacak,en azından bizim yaşadığımız çevrede.)



4) Bakımının zor olması: Bazı kimseler özellikle çocukluk döneminde üst deriyi geri çekip yıkamanın problemli bir iş olduğunu düşünebilirler. Zaten üst derinin penis başından ayrılıp kolayca geri çekilebildiği 3 yaş-ergenlik arası döneme kadar üst deriyi geri çekmemeniz tavsiye edilir.O zamana kadar da özellikle dikkat etmeniz gereken bir şey yoktur.



5) Çocuğun babası gibi görünmesini istemek:Çocuğun babasıyla arasında fark edeceği temel farklılık saçlarıdır. Siz ona farklılığın nedenini anlatacağınız yaşa gelene kadar hiçbir şey fark etmeyecektir.



Demek ki sünnet için sebepler neymiş?



-Dini sebepler,yukarıda bahsedildiği gibi.



Bu kadar! Sünnet için kişisel tercihten ve dini inançlardan başka bir neden yoktur.



Sünnet ettirmemek için sebepler nelerdir?



1)Doğayı kendi haline bırakın. İster Tanrı’nın isterse doğanın erkekleri bu şekilde yarattığına inanın,ama erkeklerin üst deriyle doğmalarının bazı sebepleri olmalı.Tanrı’nın/doğanın yarattığını değiştirmeye çalışmak neden?



2) Duyarlılık ve cinsel haz : Üst deri sinir uçlarıyla doludur ve bu yüzden dokunmaya karşı çok duyarlıdır.Bu da cinsel hazzı çok arttırır.



3) Üst deri penis başını korur.



4) Ahlaki mesele : Dünya üzerinde birçok kimse çocuğun rızası olmadan bir organının kesilmesini ahlaki bulmadığı için rutin sünnete karşıdır.Ebeveynler de sünnet ettirmeden önce bunun gelecekte çocuk üzerindeki etkilerini ve çocuğun belki de sünnetsiz olmayı tercih etmek isteyeceğini göz önünde bulundurmalıdır.



Sünnete karar vermeden önce kendinize şu soruyu sorun:’Bebeğimi/çocuğumu sünnet ettirmek için gerçekten iyi bir nedenim var mı?’



Eğer cevabınız dini nedenlerse, inancınızın yolundan gidin.(Bana kalırsa bu da doğru değil.Başka bir beden üzerinden sevap kazanmak hangi dinde var?Ne biliyorsunuz çocuğun Müslüman veya Yahudi olacağını?)



Fakat , ‘çünkü…’den başka bir neden gelmiyorsa aklınıza, kararınızdan önce yukarıda yazılanları göz önünde bulundurun.





5 Ocak 2011 Çarşamba

Benim de Neyzen'den aşağı kalır yanım yok!





Benim başım aynen Neyzen gibi modern tıpla ( Klasik tıp,Ortodoks-Batı tıbbı,siz adına ne derseniz deyin) hoş değil.


Hastaların korkularının, endişelerinin, heyecanlarının hiç dikkate alınmadan, onların sadece bir obje olarak görülmesi modern tıbbın bir marifeti çünkü. Şu ilaçlarına, aletlerine hayran olduğumuz,doktorlarını nerdeyse ilahlaştırdığımız,her dediklerini sorgulamadan yaptığımız modern tıbbın.


Oysa tıp sadece bir bilim değil, aynı zamanda bir sanat olmalıdır. Ama modern tıp sanatı reddeder. Her şey sayılarla, istatisliklerle ifade edilir.Hastaya ‘hasta’ bile denmez;onlar ruhu olmayan birer ‘olgu’dur.’Nefes alırken göğsüne bıçak batar gibi ağrısı olan Ahmet Bey’ denmez ;’Akciğerinde nodül olan olgu’ denir geçilir.


‘Hastalık yoktur hasta vardır’ sözünün tam tersine ‘Hasta yoktur hastalık vardır’ prensibiyle hareket eder.


Hastalığınızın teşhisini doktorunuz değil,Toshiba marka MR,Olympus marka endoskop,Siemens marka tomografi aleti koyar.


Tedavi seçimi,süreleri,dozlar ilaç endüstrisinin kurmayları tarafından belirlenir.


Psikiyatr Doç.Dr. Kemal Sayar bir yazısında bakın neler diyor:


‘’Günümüzün tıp ortamına bakıldığında empati yahut hemhal oluş üzerine kurulu bir pratik göremiyoruz. Doktor; pazarlanan/reklam edilen/satılan bir ürünün sağlayıcısı,bakım ise metalaşmış,bir ticari mala dönüşmüş.Bu öylesine vahşi bir rekabet ortamı ki,özellikle meslek ahlakına yönelik yaptırımların bulunmadığı ülkemizde her türlü değerin reklama alet edilebilmesine yol açıyor.


…Tıp ahlaktan soyulduğunda, yeryüzünün en soysuz ticari vasıtalarından biri olmaya adaydır. Ancak merhamet, hemhal oluş ve ahlak ile uygulanmasıdır ki, onu kutsal bir meslek kılar.


Tıp bir şefkat mesleğidir. Şefkat ise hemhal oluşla mümkündür. Modern tıbbın ıstırabı, ıstırabın tıbbını yok saymasından kaynaklanmaktadır.’’



İşte tam da bu nedenlerden benim modern tıpla ilişkim hep mesafeli olmuştur. Sayıları artık çok azalmış olsa da, düzenin farkında olan, düzene uymayan,hastasını her şeyden önce bir insan olarak görebilen,hastasıyla empati kurabilen ‘gerçek’ doktorlar var,sözüm öylelerine değil zaten.


Ama genel olarak bu ruhsuzluk bana göre değil.


Hastayı, hastalığı bir bütün olarak ele almayıp; sadece hastalıklı organa ilaçlarla,neşterlerle tabiri caizse saldırılması bana göre değil…


Sıkıldım artık, bugün faydalı denen şeye yarın zararlı denilen haberleri okumaktan...


Tıp fakültesinden mezun olduğu gibi kalıp, kendini bir gram bile geliştirmeyen; doğadan,doğaldan uzak,bir de bunlar yetmezmiş gibi burnundan kıl aldırmayan sözüm ona doktorlardan…


Kendilerini ‘Tanrı’,neredeyse her sene değişip bir öncekini yalanlayan bilimsel(!) makalelerini ‘kutsal kitap’ zanneden ‘doktorcuk’lardan…


En doğal olaylara bile ‘hastalık’ muamelesi yapılmasından…


‘Bekle ve gör’ prensibinin hep göz ardı edilip, ilaçlardan sabırsızca ve sorgusuz sualsizce medet umulmasından…


Gerekli, gereksiz her şeyi doktora soran; tek bir doktorun fikrini, tavsiyesini, teşhisini ilahi bir emirmiş gibi görüp; kendi aklını, fikrini, iç sesini dinlemeyi, duymayı beceremeyen ‘Doktoruma sordum…‘ diye lafa başlayan ‘doktorcu’lardan.


Fenalık geldi!


Bence yukarıda da belirtildiği gibi tıp bir sanat, doktorlar da sanatçı olmalı. O kapasiteye, yeteneğe sahip olmalı. Üniversite sınavında iyi matematik ve fen neti çıkarmaktan daha başka özellikler olmalı tıp fakültesine girebilmek için. Yetenek sınavıyla öğrenci alan okullar gibi olmalı. Ciddiyim. Doktor olmak isteyenlerin empati yeteneği olmalı;elinde bir sıcaklık,şifa olmalı.


Bütün bunlardan dolayı, ihtiyacım olduğunda bir doktora, onun vereceği ilaca ‘ezbere’ muhtaç olmamak için alternatif yöntemleri hep araştırıyorum. Okudukça okuyorum.


Özellikle çocuğum olduktan sonra daha da merak saldım bu konulara. Okuyorum, bilgileniyorum ki bir hastalık durumunda boynumu büküp kabul etmek zorunda kalmayayım doktorun ağzından her çıkanı.Bu demek değil ki her söylenene karşı çıkacağım,asla ilaç kullanmayacağım.Hayır.Fakat sorgulama yeteneğimi geliştirmek ve bu yeteneğin gelişmesiyle doğru orantılı olarak ‘doğru’ doktoru seçebilmek istiyorum.


‘İlaç içmeyi/çocuğuma vermeyi sevmiyorum ama napalım…’ demekle olmuyor bu işler.


İyi peki sevmiyoruz da ne yapıyoruz?


Başka yöntemler araştırıyor muyuz?


Evet, internet bilgi olduğu kadar bilgi kirliliği de var. Dikkatli olmak lazım.


Ama ben kendi adıma,internetteki doğru bilginin kurdu oldum diyebilirim. Her alanda iyiyle kötüyü ayırma konusunda olan doğal yeteneğimi, iç sesim ve analiz gücümle birleştirince her yazılana inanmak tuzağına asla düşmüyorum.


Bütün bu okumalarım, araştırmalarım, sistemi sorgulamam,kafa patlatmam sonucunda vardığım nokta şudur ki:Benim şifa bulma anlayışıma, insana holistik(bütünsel) bir açıdan yaklaşmayı başarabilen homeopati, refleksoloji,akupunktur,geleneksel Çin tıbbı,reiki daha uygun.Eğer mevcut hastalığın bir ACİLiyeti yoksa,cerrahi tedavi gerektirmiyorsa ya da tedavisi bu dalların kapsama alanı içerisindeyse önceliği bunlara vermek isterim.


Fakat ne yazık ki Türkiye’de kendinize uygun,gönlünüze ve aklınıza yatan bir tedavi yöntemiyle şifa bulmanız biraz zor.Çok uğraşmanız lazım,bu konulardaki uzman sayısı çok az çünkü.Gönül isterdi ki her şehirde işinin ehli homeopatlar, kayropraktik uzmanları,bebek ve çocuk rahatsızlıklarında deneyimli akupunktur uzmanları bulunsun.


Ya da/ ve de insanı insan yerine koyan, işin ticari boyutunu düşünmeyen, adam gibi klasik tıp doktorlarının sayısı artsın.


Fakat inanıyorum ki insanlar doğaya ve doğala yöneldikçe, bu sorunlar ortadan kalkacak ve dilediğimiz tedavi yönteminden insana yaraşır bir şekilde faydalanma konusunda şansımız artacak.

Bu yazının ana fikrini ıskalamayanlar esas amacımın tıbbı kötülemek olmadığını ama gerek doktorlar gerekse hastaların kendilerine bir çeki düzen vermeleri gerektiğini düşündüğümü anlamışlardır diye düşünüyorum.

*Bu yazımda Prof.Dr. Ahmet Rasim Küçükusta’nın ‘Adamın biri doktora gitmiş,gidiş o gidiş…’ isimli kitabından alıntılara da yer verdim.Modern tıbbın eleştirisini bir tıp doktorunun ağzından duymak isterseniz size de okumanızı tavsiye ederim.Hele günümüzdeki çoğu doktor için yaptığı ‘ilaç şirketlerinin kucağına oturmuş finolar’ benzetmesi var ki,’Hay ağzını öpeyim!’ dedirtiyor insana…



3 Ocak 2011 Pazartesi

Avokado



Gelelim avokadonun faydalarınaaa...:)


Ülkemizin güney sahillerinde yetiştirilen avokadonun asıl vatanı Meksika ve Guatemala.


Antalya'da her pazarda satılmasına/bulunmasına karşın Ankara'daki pazarlarda yok,en azından bizim pazarda yok diyeyim ya da.Ancak manavda bulabiliyoruz.Ha bir tek geçenlerde bir tezgahta rastlamıştım,köylü bir kadın getirmiş.Benim sandığa baktığımı görünce 'Ne ki bunlar?' diye sordu!Toplayıp getirmiş ama ne olduğunu,nasıl yendiğini bilmiyormuş.Ben ona anlatırken birkaç kişi daha toplandı başımıza.Küçük çaplı bir avokado semineri verdim oracıkta. :)


Müthiş şifalı bir besin.Kalorisinin % 80'i yağdan oluşmasına karşın,bu yağlar doymamış olduğu için kalp sağlığına oldukça faydalı.Birçok vitamin ve mineralden oldukça zengin olduğu için özellikle hamileler ve çocuklar için çok besleyici.Barındırdığı en önemli vitamin ise E vitamini.Yani cilt için birebir!İster yiyin,ister yüzünüze sürün.


Alırken mutlaka olgunu,yumuşamışı tercih edilmeli.Veya aldıktan sonra bir gazete kağıdına sarıp birkaç gün bekletirseniz yumuşayacaktır.


Kabuğunu incecik doğrayıp çekirdeğini çıkardıktan sonra isterseniz doğrayarak salatalara karıştırabilirsiniz,isterseniz de ezerek biraz tuz,limon ve sarımsakla karıştırabilirsiniz.Biz sarımsak koymuyoruz,onu yerine biraz bal katıyoruz.Kızarmış ekmeğin üstüne sürüp,üstüne de biraz peynir ve domates koyabilirsiniz.


Yüzünüze sürmek için de yine çatalla iyice ezip,biraz bal ve birkaç damla limon sıkarak kullanabilirsiniz.En iyi maskeden bile yüz kat iyi olduğuna garanti verebilirim.Haftada bir yapmak kafi gelecektir.Cildinize nasıl iyi geldiğine inanamayacaksınız!


Çocuklara balla tatlandırıp yedirebileceğiniz gibi,ezerek yoğurduna da karıştırabilirsiniz.Muz ile hemen hemen benzer besin değerine sahip olmasına karşın,muz kabızlığa sebep olabilecekken avokado bağırsakları son derece yumuşatır.

2 Ocak 2011 Pazar

Zenginlik sadeliktedir



'Less is more.' lafını ben böyle (bkz.başlık) çevirmiştim Türkçe'ye.Çok da beğenmiştim sonra bu çevirimi.

Hayatın her alanında geçerli bu cümle galiba,ya da varsa bir istisna şu anda benim aklıma gelmiyor en azından.

Ne zamandır üstünde düşündüğüm,hatta son zamanlarda iyiden iyiye uygulamaya başladığım sadeleşme planımı bu sene tam anlamıyla hayata geçirmeyi istiyorum.

Sadeleşme yolunda atılacak belki de en önemli adım kendinizi çok iyi tanımak ve bu sayede 'Neye ihtiyacım var?Buna gerçekten ihtiyacım var mı?Yoksa olmasa da olur mu? ' sorularına dürüst cevaplar verebilmek.

Bu hayatınızdaki her şey için geçerli.İnsanlar,eşyalar,alışkanlıklar...Yaşamınızda var olanları bir önem/öncelik sırasına koyup alt sıralarda kalanları elemeye başladığınızda sadeleşmeye başlıyorsunuz demektir.

Önem/elzem sırasını doğru yapabilmek mühim olan...

Ve ondan sonra hayatınızın nasıl kolaylaştığına,tıkanıklıklarının açılıp nasıl da rahatça akmaya başladığına ve zenginleştiğine inanamayacaksınız.

Yoksa sadeleşmek hayattan alınan zevkin azalması demek değil.Boş,yavan bir hayat yaşamak hiç değil...Tam tersine yaşanacak ve nefes alınacak alanlar açmak demek.

Ne kadar çok görsel ve duygusal yük taşıdığımızı bir düşünsenize.

Ağırlıklardan kurtulup,hafiflemek,havalanmaya başlamak demek sadeleşmek...

Daha fazla yazmam konunun ana fikriyle tezat oluşturacak gibi geldi şu anda.Diyeceklerimi dedim,iyisi mi kaçayım.

Ama kaçmadan şunları da şuraya iliştirivereyim:

''Hayatınızı ayrıntılarla israf ediyorsunuz...
Basitleştirin,basitleştirin.''
-Henry David Thoreau




The Power of Less Video from Leo Babauta on Vimeo.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...