23 Şubat 2011 Çarşamba

Bebek ve uyku! Neymiş yahu!?


Bu konuda uzun uzun yazacak değilim. Fazlasıyla yazılıp çiziliyor çünkü.Hatta kendi düşüncelerini ve çeşitli kaynaklardan derlediklerini çok güzel bir araya toplayarak yazdı Işıl geçenlerde.Birinci bölümü burada,ikinci bölümü burada.

Ben çocuk yetiştirme konusunda bilimsel çalışmalara kulak asmayanlardanım. Evet çok kitap okumuşluğum vardır bu konuda ama okuduğum kitaplar hep bana unuttuğum iç sesimi yeniden hatırlatmaya yardımcı olacak kitaplardı. Önce şöyle bir göz gezdiririm,’kalp’ten ve ‘sevgi’den öte bir ‘yöntem’ öneriyorsa kapatır kaldırırım. Aslında böyle kapatıp kaldırdığım kitap çok olmadı çünkü satın almadan önce hep bilinçli ve bana ‘uyacak’ kitaplar seçtim.

Bütün okuduklarımı iç sesimi duymama yardımcı olmaları için okudum, iyi ki de okumuşum. Aslında olayı akışına, kalbimize ve doğaya bırakmak için bir şeyler okumak saçma geliyor kulağa biliyorum fakat kalbimizin üstüne o kadar çok öğretilen,o kadar çok yalan yanlış bilgi yığılmış durumda ki,her okuduğum kitapla bu birikintiden biraz daha kurtuldum.

Hafifledim. Kendimi buldum. Hem anneliği hem çocuğumu bambaşka bir gözle görür oldum.

Uykusuzluktan her anne kadar nasibimi aldım ben de. Bir seneyi aşkın bir süre ruh gibi dolandım ortalıkta. Kolay günler değildi kabul ediyorum,ki beni tanıyanlar uykuya ne kadar düşkün olduğumu bilirler.

Ama bir gün de bir ‘yöntem’ deneyeyim demedim. Bir gün de ‘sütümü sağıp bırakayım, uyanınca babası içirsin.’ diye düşünmedim. Bunları böyle yapanlara ‘tü kaka’ deme amacıyla söylemiyorum, sadece bu konuda nasıl davrandığımı ve neler düşündüğümü söylemek amacıyla yazıyorum.

Ben Ferber’den anlamam. Tracy de kimmiş? Tanımam.

Böyle yöntemlere ‘Aaa neymiş bir bakayım?’ diye ciddiyetle bile yaklaşamıyorum. Komik geliyor, gülüyorum.

‘Yatır-kaldır’ varmış mesela. Neyin nesi bu? Bunu yaparken bir saniye durup, kendine dışarıdan bir baksa insan ‘Ben napıyorum ya?’ demez mi? Ben olsam derdim.

Hep ıssız bir adada doğurduğumu farz ettim Ali’yi büyütürken. Günümüzün imkanlarını kullanmayı kastetmiyorum tabii ki bunu söylerken; uyutma, emzirme, besleme gibi konulardan bahsediyorum.

Issız bir adada doğurmuş olsam,’Adanın şu köşesine bir yatak yapayım da çocuğum orada uyusun.’ der miydim? Alıp koynuma yatmaz mıydım? Öyle yaptım.

‘Bir yaşından sonra emzirmenin faydası yok, keseyim en iyisi.’ der miydim? Aklıma bile gelmezdi değil mi? Öyle yaptım.

Işıl’ın yazısına yaptığı yorum gibi Esra’nın: 'Açıkça söyleyeyim; çocuğunuz doğduktan sonraki ilk 2 yılı UNUTACAKSINIZ! O kadar. Durumu kabullenip, günü kurtarmaya çalışacaksınız. Şu olmadı, bu olmadı, ne zaman olacak, neden olmadı, şimdi uyumazsa sonra nolur.. gibi şeylerle kafanızı yormayacaksınız. Hepsi geçiyor. Tek yapmaniz gereken beklemek. Elbette günü kurtaracak çareler arayacak insan, uykusuzluk yorgunluk insani çileden çıkariyor ama çözüm diye önümüze sunulanlar ne kadar samimi, dostane, anne ve bebek dostu çözümler, ona da bakmak lazim...'

Aşağıdaki gibi bir uzman (!) yorumu okudum geçenlerde bu konuda yazılmış bir yazıda:

'Çocuk gelişiminin basamaklarını inceleyecek olursak ilk aylarda anne bebeğini evet her ağladığında kucağına almalı, ten temasının önemli olduğu özellikle ilk 3 ay bebek anneyle yakın ilişki kurmalı. Ancak 4. aydan itibaren bebeği artık kendi yatağına ve kendi odasına almakta hiç bir sakınca yoktur ayrıca alınmalıdır da. Ta ki 7.8. aylara kadar. Bu aylar bebeğin obje devamlılığı kavramını kazanmaya başladığı dönem olduğu için bebek ağladığı zaman anneyi ya da babayı göremezse kalıcı korkular oluşabilir. Ancak bu demek değildir ki ağladığında bebeğimizi yanımıza alıp sabaha kadar yatalım. Başarılı bir şekilde bebeğinizi kendi yatağında uyumaya alıştırmışsanız 12. ay'a kadar çok şanslısınız. Çünkü artık inat ve ben merkez dönemi başlayacağı için 13 ay sonrasında bu her geçen gün zorlaşacaktır. Peki 1 yaşından sonra bebeğimizle uyumanın zararları nedir:
Anne baba yanında uyumaya alışmış bir çocuk anneye babaya daha bağımlı, daha özgüveni düşük, daha korumaya ihtiyaç duyan bir kişilik geliştirecektir . Hayatımızın bizlere ne getireceği belli olmuyor, öyle ki bir gün aniden iş gereği yurt dışına çıkmanız ya da sağlık nedenlerinden dolayı hastanede kalmanız gerekebilir, bunun olmayacağını da malesef kimse garanti edemez. Peki o güne kadar güzel güzel koyun koyuna uyuduğunuz, mis kokulu bebeğiniz o gece ne yapacak??? Her geçen gün bu ve benzeri nedenlerden dolayı travma geçiren, konuşmada gerileyen ya da bir anlık korku sonucu kekelemeye başlayan çocuklarımızın sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Bizler asla bebeğinizle uyumayın demiyoruz, tabiki onunla uyuduğunuz muhteşem geceleriniz olsun ancak çocuğa burası anne babanın yatağı, çocuklar anne babanın yanında yatmazlar kültürünü benimsetmeli hatta zaman zaman bir gece bile olsa anneanne ya da babaanneye bırakılmalıdır ki sizsiz geçirebileceği bir gece onu çok etkilemesin.'

Güler misin ağlar mısın? Bu mantıkla çocuk mu yetiştirilir? Sadece uyku konusunda mı çekecek çocuğumuz bir gün ayrılmak zorunda kalırsak bunun acısını? O zaman yemeğini de annesi yedirmesin, annesi oyun da oynamasın,sevgisini de göstermesin. Bir gün bize bir şey olursa diye doğurmayalım madem, olsun bitsin!

Bir çocuk doğurmak, yetiştirmek böyle ‘ay’ hesaplarının çok ötesinde bir şeydir.Kendimiz bir ritm tutturmaya kalkarsak doğanın ritmini bozarız çünkü.

‘Geldiği gibi almak’ çok mu zor? Çok mu zor akıntıya karşı koymaktansa, kendimizi onun akıntısına bırakmak?

İnsanoğlunun doğadan, doğasından kopması ne çok kişiye kazanç kapısı sağlıyor, öyle değil mi? Bir düşünün. Bırakın psikoloğunu,uzmanını,bir düşünün bebek endüstrisinin geldiği noktayı.Onların kazancı insanoğlunun kaybı oluyor ama,hala ve git gide,farkında değil mi kimse?

22 Şubat 2011 Salı

Defansif tıp


Tüm olan bitenin farkındaydım da adını koyamıyordum.Daha ağır tabirler(!) kullanıyordum kendimce.Ama Prof.Dr. Ahmet Rasim Küçükusta son kitabında yazmış işte.Daha önce de bahsettiğim, bundan önceki kitabında olduğu gibi yine doğruları kimseden korkmadan,lafını sakınmadan yazmış.Kendisi bir tıp doktoru iken modern tıbbın karşısında olması,meslektaşlarının kötülüğünü istemesi ya da ilaç karşıtı olması mümkün mü?Ama bütün bunların dengesini öyle iyi sağlıyor,düzenin eleştirisini öyle doğru tespitlerle yapıyor ki hayran olmamak elde değil.Yine de doğruları söylediği için meslektaşları tarafından aynı Dr.Hakan Çoker'e yapılan haksızlıklara maruz kalıyor.'Anlamıyorlar yahut yanlış anlıyorlar.' diyemeyeceğim diğerleri için artık maalesef,bal gibi anlıyorlar ne demek istediklerini ama işlerine gelmiyor.Olay bu.


Halbuki çok mu zor bu kadar değerli bir mesleği Prof.Dr.Ahmet Rasim Küçükusta, Dr.Hakan Çoker ve Prof.Ahmet Aydın'ın anladığı ve uyguladığı şekilde icra etmek?


''Son birkaç senedir giderek daha çok duymaya başladığımız bir tabir var:Defansif tıp.Buna çekinik tıp veya savunma tıbbı diyenler de var ama futbola bu kadar meraklı bir memlekette defansif tıp tabirinin daha çok rağbet görmesi gayet normaldir.


Defansif tıp aslında yeni çıkmış bir uygulama da değildir.Hatta ta Hipokrat zamanından beri her doktorun zaman zaman adını bilmeden başvurmak zorunda kaldığı bir yöntem olduğunu söylemek bile yanlış olmaz.


Defansif tıbbı iki ayrı grupta değerlendirmek gerekir.Birincisi tıbbi sebeplerle uygulanan defansif tıp,diğeri ise tıp dışı korkularla uygulanan defansif tıp.


Tıbbi sebeplerle uygulanan defansif tıp


Tıbbi sebeplerle veya tıbbi endişelerle uygulanan defansif tıp;doktorun eğitim,bilgi tecrübe eksikliğinden kaynaklanabileceği gibi,hastaya ayrılan zaman azlığı,iş yükü fazlalığı,yorgunluk gibi sebeplerle de yapılabilen 'masum' bir uygulamadır.Bazı haddinden fazla 'titiz' doktorların farkında olmadan zaman zaman defansif tıp uygulamalarına karışabilecekleri de unutulmamalıdır.


Tıp dışı korkularla uygulanan defansif tıp


Bu tabir ile,doktorların görevlerini yaparken;çeşitli korkular (görev sırasında şiddete uğrama,şikayet edilme,cezai takibata uğrama veya tazminat davası açılma olasılığı) duymaları sebebiyle kendilerini emniyete almak için yaptıkları davranış ve uygulamalar kastedilir.


Defansif tıp,doktorların vazifelerini tıbbın gerektirdiği gibi yapmaktan çok şikayet unsuru olmayacağını düşündükleri şekilde yapmaları şeklinde de tanımlanabilir. ( Öykü'nün notu:Bkz.%45'lik sezaryen oranı!)


Burada asıl önemli olan,hastaların teşhis ve tedavilerinin en kısa zamanda,en az masrafla,en rahat şartlarda ve hastaya en az acı veya sıkıntı verecek şekilde yapılması değil,hastaların teşhis ve tedavileriyle ilgili uygulamaların doktorların başına bir iş açmamasıdır.Bu yazımda esas konumuz tıp dışı sebep ve korkularla uygulanan defansif tıptır ve bundan sonra anlaşılması gereken bu olmalıdır.


Defansif tıp bir taraftan sağlık harcamalarını arttırırken ve doktorların ve laboratuvarların boş yere zamanını alırken,diğer taraftan hastayı da gereksiz masraflara ve daha da önemlisi risklere sokar.


Defansif tıpta başvurulan başlıca davranış ve uygulamalar şunlar:


1-Teşhis ve tedavi için gerekli olmadığı halde istenen her türlü kan,idrar,beyin-omurilik sıvısı tahlilleri;tomografi,MR,anjiyografi gibi radyolojik incelemeler;gastroskopi,sistoskopi gibi endoskopik incelemeler;efor testleri,solunum fonksiyon testleri;alerji testleri,nükleer tıp incelemeleri,biyopsiler...


2-Burada,her gereksiz tetkikin defansif tıp kavramı içinde değerlendirilmesinin yanlış olacağını hatırlatmak isterim.Mesela kamu hastanelerinde uygulanan performans sistemi ve muayenehane hekimliğinde özel laboratuvarların tetkik başına komisyon vermeleri de gereksiz tetkiklerin yapılmasına yok açıyor,ama bunların sebebi defansif tıp değildir.


3-Teşhis ve tedaviyi etkilemeyecek olan gereksiz konsültasyonlar


4-Hastanın gerekli olmadığı halde müşahade altına alınması,hastaneye veya yoğun bakıma yatırılması


5-Ağır ve komplikasyon ihtimali riski yüksek hastaların teşhis ve tedavilerinin üstlenilmemesi ve bunların başka merkezlere sevki


6-Saldırgan tutum içinde olan;tartışma yaratmaya meyilli hasta veya yakınları dolayısıyla teşhis ve tedavi sorumluluğunun alınmaması.


7-Hastalığın ağırlığının ve komplikasyonlarının abartılması,en seyrek rastlanan komplikasyonların sık görülüyormuş gibi sunulması suretiyle hasta ve hasta yakınlarının korkutulması.


Uygulanma sıklığı


Defansif tıp birçok ülkede çok sık başvurulan bir uygulamadır;özellikle de gelişmiş ülkelerin bir sorunudur.


Mesela JAMA isimli dergide yayımlanan ve 2005'te yapılan bir araştırmada defansif tıbbın,Amerika'da doktorların % 93'ü tarafından uygulandığı belirlenmiştir.Defansif tıbba en çok acilciler ve cerrahlar başvururlar;bunlar içinde de kadın-doğum uzmanları,beyin cerrahları ilk sıralarda yer alırlar.


Önümüzdeki senelerde defansif tıp kavramı ile çok sık karşılaşacağınızdan ve hatta bu uygulamalardan herkes gibi nasibinizi alacağınızdan hiç şüpheniz olmasın.''



Kafamdakilerin hepsinin yazıya dökülmüş haliydi bu.Olayın adını da öğrenmiş oldum sayesinde.


Demek ki ben ofansif oynayan;Ahmet Rasim,Hakan ve Ahmet gibi yıldızlardan oluşan takımın taraftarıyım.


Hatta fanatiğiyim!




20 Şubat 2011 Pazar

Ege'de hayat




İpek Hanım Çiftliği'nin sahibi Pınar Hanım her pazar akşamı o haftanın listesini gönderirken çok da güzel şeyler yazar beraberinde.Oralardan haber verir,planlarından bahseder.Bu haftaki yazısını paylaşmak istedim.İşte bu kadar basit ve doğal bir hayat benim istediğim de...

''Her yemekleri zeytinyağlı'' da... fazlası var :) Yazmak istedim bu hafta buralarda hayat nasıl...
Sabah 6'da mutlaka uyanıyorsunuz her şeyden önce. Işıklar yanıyor, çay konuluyor. Sabah sabah yufka açılmıyor elbette ama her ev kendi ekmeğini yaptığı için sobaların üzerinde dilim dilim ekmek kızarıyor. Kahvaltı şunları mutlaka içeriyor:

Keş. Kesik diye de bilinir. Yoğurt suyunun kestirilmesi ile yapılan yağsız bir tür çökelek... Üzerine bol zeytinyağı ve pul biber atıldıktan sonra baş köşeye yerleştiriliyor.

Tereyağı. Olmazsa olmaz... Ekmek dilimleri sıcakken kocaman parçalar emdiriliyor.

Kırma zeytin, bol nar ekşisi ile...

Yeşil biber, kıyılmış maydanoz ve domates. Bu üçü harmanlanıyor. Yağ, tuz, limon... Hepsinin yanına çay... Sütü asla içmiyorlar. Sağılan süt yoğurt olmak üzere bakır kazanlarda kaynıyor o ara. Kahvaltıdan sonra çocuklar okul yoluna çıkıyor. Anne babalar tarla, zeytinlik, ağaç budama, ot yolma, çapa, kestane derken öğleni ediyorlar. Öğlen yemeğini tarlada, zeytinlikte geçiştiren pek az. Mutlaka eve dönüyorlar. Hızlıca pişen bir menemen ya da ot kavurması... Yanında koca bir tas yoğurt, cacık veya ayran... Bu saatte ekmek yemiyorlar çünkü karınları çok dolarsa çalışmak zorlaşıyor. Hafif atlatılıyor yemek.

Evin erkeği tarlaya dönüp kalan kırık - kırpık işleri toparlarken kadınlar inekleri gütmeye çıkıyor. O tepe senin bu tepe benim üç saat kesintisiz gezinti :) Eve dönüş saati 4 - 5 arası... Hayvanlar ahıra bağlanıyor, kuru ot, saman, şalgam, karnabahar kökü konuluyor önlerine. İkinci sağım başlıyor. Bir saat kadar da o iş oyalar. Sonra ikinci parti süt kaynamaya başlıyor. Akşam yemeği hazırlamak için mutfağa geçiliyor.

Akşam yemekleri oldukça dolu... Zeytinyağında sebze kızartması, cevizli kesme makarna gibi ''ağır topların'' yanında mutlaka ıspanak, enginar gibi bir sebze olur. Koca çanak yoğurt hiç ihmal edilmez. Mevsim salatası ile birlikte en az dört çeşitlik akşam yemeği saat 7 olduğunda bitiyor. Sobada demlenen çaylar, komşu ziyaretleri başlıyor. Komşu ziyareti demek dizi seyrederken bolca meyve, kuru incir, kabuklu cevizi patlayana kadar yemek demek :) Ara sıra tatlı... Hamur tatlılarını bayramlar haricinde yemiyorlar pek. Mis gibi yoğurttan içine bol portakal kabuğu rendelenmiş sütlaç şu ara revaçta :) Komşular karşılıklı laklak yapıp dizileri de yarıda bıraktıktan sonra dokuz buçuk gibi yatağa giriyor herkes. Ege güzel, Ege'de hayat güzel. Her şey yolunda yani :)

Aydın tüm Ege'nin, Nazilli ise Aydın'ın incisi. Onlarca dağ köyü ile tarımın neredeyse %80'i yaylada yapılıyor. Mucizeler yaratan, Herodotos'un ''ölümsüzlük şehri'' dediği bir yöre burası. Ufacık tepelerini ikiye ayırsanız pasta gibi açılır. Bir gram taş yok. Sularında kurşun yok, tek bir zararlı maden yatağı yok. Tüm Türkiye'nin en kaliteli su kaynakları bu dağlarda. Sanayi neredeyse sıfır... Bir tek, başarısıyla övündüğümüz Uğur Soğutma Fabrikası... Hepsi bu. Cüzi miktarda araba, sıfır hava kirliliği... Tarlaların pek çoğunun yanından bir kez olsun araç geçmemiştir. Bir kez bile egzoz dumanı görmemiştir sebzeler... Eğer GDO'lu tohum denen illeti tüm Anadolu gibi buraya da musallat etmeselerdi Nazilli tek başına dünyanın en kaliteli, en ekolojik mahsülünü üretebilirdi. Nüfusun tamamı kurdun, kuşun, böceğin, çiçeğin, mantarın, ağacın dilinden anlar. Kuşaklarca sağlıklı, kuşaklarca çiftçidirler. Ölmez insanlar deseniz yeridir. Beş kuşağı bir arada çalışırken görmek sadece burada mümkün herhalde. Yüz yaşındaki dede bayırlarda sıçraya sıçraya evine gider, ekmeğini pişirir, çamaşırlarını elinde yıkar, her sohbete katılır. Alışıyorsunuz bu görüntüye şaşırmamaya :) Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü yıllardır Nazilli'de boş yere araştırma yapmıyor :)

Tanrılar'ın torpil geçtiği bir yörenin minik bir köyünde, elimden gelenin en iyisini, en doğalını yapmaya çalışarak yaşıyor ve sizinle paylaşıyorum uzun zamandır. Çocuklar adına gelen teşekkür mektupları masamın en özel yerinde birikiyor. Ne mutlu az da olsa payım olduğunu bilmek... Ne mutlu bunları yazabilmek... ''


Bir de geçenlerde şunu yazmıştı:

''Bubaaaa'' diye bağırmış çocuk. ''Darnaya iki ineeğlen bi Giritli girmiş otları yiyolaaaa! Napem, kovem mi bunnarı?''

''Lenn oğlum ineğğlere boşvee, hayvan onna yee yee doyaa. Sen asıl Giritliyi kovalayıveee. Yeşilliğ ne vaasa hepsini silip süpüürülee valla!''

İyi haftalar herkese!

17 Şubat 2011 Perşembe

Homeopati;kitabı,remedisi,eğitimi







Homeopatiyle ilgili elimde bu iki kitap var.Birçok kitap var piyasada daha doğrusu,bunlar benim seçtiklerim.Zaten homeopatiyle ilgili bütün kitapların üç aşağı beş yukarı birbiriyle aynı olduğunu düşünüyorum.Sonuçta hastalıklar,semptomları ve karşılığında kullanılan remediler aynı.

Homeopati hakkında biraz bilgi sahibi olanlar,özellikle çocuklar ve hayvanlar üzerinde çok etkili ve şifa verici olduğunu biliyorlardır.Çünkü onların yaşam enerjisi yüksektir.Homeopatinin de esas yaptığı bedenin kendi yaşamsal enerjisini ortaya çıkararak iyileştirmektir.Zaten bu iki grupta etkili olması batı tıbbı çevrelerince iddia edildiği gibi plasebo etkisi yaptığı tezini çürütmeye yeterlidir.

Benim şu andaki amacım aileme ait basit,gündelik hastalıkları ve basit çocuk hastalıklarını homeopatiyle tedavi edebilmek.Bu konuyu araştırırken İngiltere'de yaşayan bir annenin mail adresine ulaştım.Kendisiyle birkaç sefer yazıştık.Bana şu anda yirmi küsur yaşlarında olan iki oğluna da şimdiye kadar homeopatik tedavi uyguladığını anlattı.Önce doktora götürüp,teşhis koydurup;sonra eve gelip kitapları karıştırarak uygun remedileri verdiğinden bahsetti.



Ben dünyanın en büyük homeopatik firmalarından biri olan Helios'tan aldım remedilerimi. Yanda gördüğünüz kutu içinde sık görülen rahatsızlıklar için en çok kullanılan 36 tane remedi var.Bunlar küçücük granüller.Dilinizin altında eritiyorsunuz.Çocuklar emerek de kullanabilirler.Daha da küçük çocuklara veya bebeklere suyla veya anne sütüyle karıştırılarak verilebiliyor.


Daha çok şey öğrenmek istiyorum homeopatiyle ilgili.Ailemizin 'homeopat'ı olmak istiyorum bir nevi. 30 Mart-3 Nisan arası Kaz Dağları'nda Dedetepe Çiftliği'nde 'Sağlığın doğası ve homeopati' eğitimi var.İlgilenirseniz ayrıntılı bilgi burada.

Biz bir aksilik olmazsa gitmeyi planlıyoruz.Eğitime ben katılacağım,Eren de Aliş'le ilgilenecek.Kaz Dağları'nın mis gibi havasında,ekolojik çiftlikte 4-5 gün hepimize iyi gelecek.Tek kötü yanı var,o da Eren için,yemeklerde et yokmuş,menü sadece vejetaryenmiş!

15 Şubat 2011 Salı

Bitti


27 Ağustos 2010’da başlayan emzirme öykümüz 14 Şubat 2011 itibariyle bitti. 18 ay sürdü.(17,5 aslında ama 18’e yuvarlamazsam içim rahat etmez.) Hem mutlu hem acıklı bir sonu oldu bu öykünün.


‘Çocuk iki yaşından önce bırakmışsa anne bilerek ya da bilmeyerek yönlendirmiştir.’ deniliyor ama ben vallahi de billahi de ne bilerek ne bilmeyerek bir şey yaptım. Bilakis bugüne kadar bile benim çabamla geldi diyebilirim.


Şu anda çok değişik duygular içerisindeyim.’Acıklı son’u ben yaşıyorum. Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Hayatımda önemli bir dönem kapandı. Severek başladığım, sürdürdüğüm ve daha uzun bir süre devam etmesini istediğim bir dönem. Ama benim beklediğim, istediğim gibi olmadı. Hatta ‘tandem nursing’ hayalim bile vardı. Yalan oldu.


Bir taraftan da evet istediğim gibi oldu, ‘mutlu son’ yani, çünkü başından beri Ali bırakana kadar emzirmekti niyetim.

Bıraktı işte.

Kendiliğinden…

Son zamanlarda uzatmaları oynuyorduk zaten. Daha önce de bahsetmiştim, Ali hiçbir zaman memeye çok düşkün bir çocuk olmadı. Hiçbir zaman uzun uzun emmek istemedi. Sadece emzirdiğim ilk 6 ayda bile 5 dakikadan uzun emmezdi.

Bugün bütün gün, içim patlayacak gibiydi sıkıntıdan. Hep geçmişi düşündüm, emzirdiğim anları. Gözlerini bir noktaya sabitleyip kaşlarını bir kaldırıp bir indirerek emerdi. Off, çok özleyeceğim o günleri. Göğüs uçlarımın nerdeyse kopacak noktaya gelene kadar yarıldığı, emzirirken acıdan kıvranıp, bir de bu kadar acının üstüne, emdiği bütün sütü çıkarıverince Aliş, sinirden deliye döndüğüm o anları bile…


Salatadaki soğanın bir anlamı yok artık benim için. Kahvaltılarda yiyeceğim ısırgan otunun da. Gece yatmadan birkaç bardak su içmek de yok artık süt yapsın diye.


Anneannemi aradım bugün. Ona da söyledim.’Napalım kızım, kısmeti bu kadarmış.’ dedi.


Bayılıyorum yaşlıların bu basit, düz mantığına ve tevekkülüne. Yaşlandıkça bir erkek gibi düşünmeye başlıyoruz demek ki biz kadınlar bile…


Vaziyet böyle işte...


Özelimde bitti belki ama genelimde hiçbir zaman bitmez benim emzirme sevdam.


Yine devam edeceğim elbet ‘Emzirin,emzirin,emzirin.’ demeye…


14 Şubat 2011 Pazartesi

The Holistic Baby Guide (revize)

*Evren'in yardımıyla dünkü metindeki renk farkını düzelttim.Hiç içime sinmemişti o hali,ben de taktım mı takıyorum demek ki...Teşekkürler tekrar...


Randall Neustaedter(OMD) tarafından yazılmış olan ‘The holistic baby guide’ bir hastalık durumunda çocuğu için hemen konvansiyonel ilaçlara sarılmaktansa daha zararsız yöntemler arayanlar için faydalı bir kaynak olabilir.


Yenidoğan döneminden başlayarak çocukluk çağı boyunca sık karşılaşılabilecek sindirim problemleri,cilt/deri hastalıkları,ateş,astım,öksürük,kulak enfeksiyonları ve bağışıklık sistemi sorunları için homeopatik çözümler ağırlıkta olmak üzere Çin tıbbı,akupunktur ve sağlığı korumak için doğru yaşam tarzı gibi alternatif ( aslında hiç sevmiyorum alternatif kelimesini kullanmayı,zira son yıllarda şarlatanlar tarafından ottu,bitkiydi,kainat eczanesiydi falan derken o kadar işin suyu çıkarılıp bu kelimenin içi o kadar boşaltıldı ki,ben ve benim gibi çoğu insanda ters etki yapmaya başladı) yöntemlerle ilgili ipuçları veriyor.



‘’When chiropractic corrects structural problems and Chinese medicine corrects the energetic imbalance,homeopathy provides a profound energetic stimulus to healing.’’



Bu arada homeopatiyle daha önce tanışmamış olanlar için ‘Homeopati nedir?’ sorusuna şöyle kısa bir açıklama getirelim, daha fazlasını isteyenler ‘homeopati’ veya ‘homeopathy’ yazarak google’da ararlarsa çok daha fazla yerli ve yabancı kaynağa ulaşabilirler:



‘’Homeopati özünde bir enerji tedavisidir. 250 yıl kadar önce Hahnemann adlı bir Alman doktor tarafından geliştirilmiş ve ilkeleri belirlenmiştir. Hahnemann, alışılagelmiş tıbbi tedavilerin aksine bir şifa yönteminin hastaya hiçbir zarar vermeden uygulanması ve yan etkilerinin olmaması gerektiğini, tedavinin mümkün olduğunca kısa ve etkili olmasını savunmuştur. Homeopati, yalnızca fiziksel sağlığa değil, duygusal, zihinsel ve ruhsal şifa alanlarına da etkili olduğu için bu özellikleri yerine getirir. Bütün düzeylerde optimal sağlık sağlar. Homeopati, herkesin biricik kendine özgü bir sağlık durumu olduğuna inanır ve doğadaki benzer prensipleri, özel biçimlendirilmiş remediler yoluyla kullanarak en eski tedavi edici yöntemler yardımıyla bedende uyumu ve dengeyi tekrar kurar.

Homeopati, homeos (benzer) ve pathos (hastalık) kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır. Remediler (tedavi için kullanılan karışımlar) sağlam kişilerde oluşturdukları semptom tablosu için hastalıklarda şifa aracı olurlar. Hastalık belirtisi olarak gördüğümüz şeyler aslında hastalıkla savaşan bedenin yarattığı değişikliklerdir. Homeopati, maddelerin enerji verici özelliklerinden faydalanarak vücudun iyileşme ve savunma sistemlerini güçlendirir. Böylece her hasta için, o kişinin kendi bütünlüğüne özgü tek bir şifa verici karışım (remedy) hazırlanır.
Homeopatik remediler, tümüyle doğal maddeleri esas alarak hazırlanır (bitkiler, mineraller, organik ürünler) ve bu maddelerin etkisi enerji ile çoğaltılır. Her madde o bireye özgü bir “belirtiler” bütününe etki eder.



Bedeni, bir makine gibi parçalara ayırıp tamir edilmesi gereken organları, önce hastalık isimleriyle etiketleyen, daha sonra da değiştiren ya da ilaçlarla baskılayan modern batı tıbbının aksine, her hastaya hak etiği özeni ve saygıyı gösteren, onu “hastalık yolculuğu”ndan yaşama dair daha bilgili, daha bütüncül çıkarmayı hedefleyen homeopati, bu gün Dünya Sağlık Örgütü’nce de tanınan dünyada batı tıbbından sonra en fazla sayıda hastaya ulaşan en yaygın alternatif sağlık sistemidir.’’



Daha önce de yazdığım gibi, keşke başta homeopati olmak üzere zararsız ve şifa veren dalların uzmanları artsa ülkemizde de.



Sırf bunun için bile yurtdışında yaşamayı istemiyor değilim bazen.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Daha az kimyasal,daha çok sağlık!




Uzun zamandır evimizdeki kimyasallar konusuna kafayı takmıştım. Neredeyse kendimi bildim bileli eldiven takmadan bulaşık bile yıkayamam, bulaşık deterjanına elimi süremem. Annem sinir olurdu bu huyuma, ‘Eldivensiz yıkamam abi!’ dediğimde. Ama özellikle Ali doğduğundan beri bu konu beni iyice rahatsız etmeye başladı.Son yıllarda çocuklarda alerji ve alerjik astım hastalıklarının inanılmaz oranlarda artmasında başrolde iki suçlu var araştırmalarla her geçen gün kanıtlanan:Sezaryen ve kimyasal kullanımı.


Dr.Harvey Karp şöyle demişti Blogcu Anne’yle röportajında:


''Günümüzde çocuklar, eskiden hiç olmadığı kadar kimyasallara maruz kalıyorlar. Dolayısıyla kimyasallarla otizm arasında bir ilinti kurulabilir. Bunun böyle olduğunu henüz bilmiyoruz. Ama böyle bir bilinmeyen söz konusu olduğunda yapılacak en iyi şey temkinli davranmak. Ebeveynlere şunu anlatmaya çalışıyorum: Mümkün olduğunca az kimyasal. Kimyasalların olmadığı bir dünyada elbette yaşayamazsınız. Böyle bir saplantıya girmeye kalkışırsanız aklınızı kaçırırsınız. Ancak evinizi doğal ürünlerle temizleyebilir, karıncaları öldürmek için etrafa böcek ilacı sıkmaktan vazgeçebilirsiniz. Kısacası çocuğunuzu mümkün olduğunca az miktarda kimyasala maruz bırakmalısınız.''


Öncelikle çamaşır deterjanını, leke çıkarıcıyı ve yumuşatıcıyı çıkardım hayatımızdan. Daha doğrusu ekolojik çamaşır deterjanı ve leke çıkarıcı kullanmaya başladım. Daha önce de yazmıştım, internetten Sodasan isimli markanın ürünlerini sipariş verip kullanmaya başladım.Dolu bir makineye bile nerdeyse bir parmak kalınlığında deterjan ve üstüne yine bir parmak kalınlığında toz sabun yeterli geliyor.Sodasan’ın dışında Ecover ve Klar var benim bildiğim ekolojik olarak.Yumuşatıcı yerine de yarım kahve fincanı kadar elma sirkesi koyuyorum.Hem yumuşatıyor,hem kireç önleyici görevi görüyor hem de çamaşırlarda deterjan ya da sabun kalıntısı bırakmıyor.Kokusu rahatsız eder diyorsanız,ki ben hiç öyle bir rahatsızlık yaşamadım kokudan dolayı,içine bir damlacık,evet sadece bir damlacık yumuşatıcı veya birkaç damla esansiyel bir bitkisel yağ damlatabilirsiniz kokuyu nötralize etmek adına.


Bulaşık makinesi için de yine Sodasan’ın tabletlerini aldım ve makine ne kadar dolu olursa olsun tableti ikiye bölerek kullanıyorum.Yıkama performansında, kirlerin çıkıp çıkmamasında en ufak bir değişiklik olmuyor. Parlatıcı yerine ise sirke kullanımını ise sağır sultan bile duymuştur herhalde. Bir de makinenin içine asılan limon kokusu veren şeyler(tam adını bilemedim şu an) vardır ya, onların yerine de yarısı sıkılmış ve öylece kalmış limonları kullanıyorum.Çatal kaşık sepetine sıkıştırıveriyorum .


Yer ve yüzey temizliğinde ise arap sabunu ve sirke işimi fazlasıyla görüyor. Arap sabununun sıvı olanları da var artık piyasada ve diğer yer silme deterjanlarıyla kıyaslandığında arapsabunu bitkisel bazlı ve oldukça masum bir ürün. Elde bulaşık yıkamak için kullananlar olduğunu bile duymuştum ama ben denemedim.


Sirke ve karbonat doğal olduğu kadar güçlü temizleyiciler. Burada birçok kullanma şekli var, göz atmanızı tavsiye ederim.


Geçtiğimiz günlerde Limango’dan yanda gördüğünüz buhar tabancasını aldım. Ocak, fırın, tezgah, lavabo, küvet gibi yüzeyleri temizlemek için.180 derecelik bir buhar vererek hem hijyenik hem de kimyasalsız bir temizlik sağlıyor.


Genel ev temizliği bitti. Sıra geldi kişisel temizliğe…


Geçtiğimiz aylarda şampuan kullanmayı bırakıp, zeytinyağlı sabunla yıkamaya başladım saçlarımı. Ama bana hiç yaramadı.Saçlarım ağırlaştı,bir tuhaf oldu.Vücut temizliği için doğal sabunlar kullanmaya devam ediyorum,duş jellerini falan da tamamen çıkardım hayatımdan,ama saçlarım için çareyi hiç olmazsa organik bir şampuan almakta buldum.


Makyaj zaten yok denecek kadar az yapıyorum. Elimde bitmesini beklediğim bir temizleyiciyle de temizliyorum kırk yılda bir. Pahalı kremlerin toksik oldukları gibi bir işe yaramadıklarını anlayalı ise uzun zaman oluyor. Bir zamanlar binbir özenle ve mutlulukla kullandığım o kremleri şimdi bedava verseler sürmem, öyle diyeyim.O zamandan beri de anneannemin kremi olan acıbadem kremini kullanmaktaydım (5 lira falan galiba fiyatı) ama yeni çıkanların kutusunun üstünde içinde metilparaben olduğunu görünce ondan da soğudum.Gerçi burada metilparabenin gıdada ve kozmetikte güvenle kullanıldığı yazıyor ama yine de içime tam sinmiyor.Şimdilik araştırıyorum,içime sinen bir şey bulamazsam da duştan sonra sürdüğüm zeytinyağı (veya herhangi bir doğal yağ) olacak galiba tek kremim.’Yemeyeceğiniz şeyi cildinize de sürmeyin.’ felsefesini artık iyice uygulamaya sokacağım gibi görünüyor.Günümüzde bir kadın ortalama miktarda kozmetik ürünü kullanarak yılda 2 kg. kimyasal alıyormuş vücuduna.Nasıl ürkütücü bir rakam değil mi?


Ali için de doğduğundan beri Mustela kullanıyordum ama şimdiye kadar içeriğini okumak hiç aklıma gelmemişti. Bebekler için üretim yapan en iyi markalardan biri güya, ne bilirdim içinde parabenin her çeşidinin olduğunu! Paraben, kozmetik ürünlerinde kullanılan yapay bir koruyucu ve alejiye ve kansere sebep olabiliyor. Ayrıca hormonlara kadar etki ederek hormonal dengeyi bozuyor.Daha fazla bilgi burada. Artık Earth Mama&Angel Baby’yi tercih ediyorum, içinde hiçbir toksik madde yok, son derece güvenilir.


Evet belki marketlerde satılan ticari ürünlere göre daha pahalı organik ürünler.Yine Blogcu Anne’nin şu röportajında şöyle diyordu Defne Koryürek:


''Maalesef bizim insanımız güvenilir gıdaya para vermeyi gereksiz bir yatırım olarak görüyor. Anne-babalar, organik gıdaya para harcamamak için organik ürünleri sadece çocuklarına almak gibi tercihlerde bulunabiliyorlar. Ancak, örneğin, pahalı bir cep telefonuna yatırım yapmaktan çekinmiyorlar.


Önceliklerimizi değiştirmeyi göze almamız lazım. Büyük evlerde yaşamak, son model cep telefonlarına sahip olmak önceliklerimiz olduğu sürece, bunlara harcadığımız paradan kısmadığımız sürece organik gıda bize ‘pahalı’ gelmeye devam edecek.''


Ne kadar doğru…Önceliklerimizi bilmiyoruz, mesele bu.Bir kıyafete ya da telefona verilen paraya acımıyoruz çoğu zaman ama sağlığa yatırım yapmayı gereksiz buluyoruz.


Organik ürün konusunda http://www.ekoorganik.com’dan


Organik kozmetik konusunda http://www.saru.com.tr/ ‘den


Kullandığınız kozmetiklerin tehlike derecesini öğrenmek için de http://www.cosmeticdatabase.com/ ‘dan faydalanabilirsiniz.

Ve ayrıca http://www.safecosmetics.org/ 'a da göz atmanızı öneririm.

7 Şubat 2011 Pazartesi

İçgüdüsel Doğum 3

''Zen Budizm’inde bir öğreti vardır: ‘’Fazladan hiçbir şey yapmayın.’’ Bu uygulama Martin Lee ve arkadaşlarının yazdığı Tai Chi Şifa Sanatı adlı kitapta çok güzel bir şekilde betimlenmiştir:

Bir tavuğun civcivlerinin doğmasını kesin olarak sağlamak için yapması gereken nedir? Yalnızca dört şey: Rahatlamak, nefes almak, ayaklarının altındaki toprağı hissetmek ve sonra fazladan başka hiçbir şey yapmamak. Bu davranışları tavuğu, kuluçkadan çıkmamış olan yavrularının üzerinde olumsuz etki yapabilecek olan gerilimden korur. Eğer tavuk gerilim hissederse; vücut sıcaklığını korumakta yetersiz kalabilir ve yumurtalardan yavru çıkmayabilir. Eğer tavuk fazladan bir şeyler yapmaya kalkarsa, ortada civciv olmayacaktır.Örneğin,kuluçka süresince tavuk arada bir yumurtalarının üstünden kalkar ve yumurtalarını çevirir.Fazladan bir şey yapmamak demek,gereksiz hiçbir şey yapmamak demektir.Tavuk kuluçkadayken yumurtalarının üzerinde zıplamaz,civcivlerin çıkmaya hazır oup olmadıklarını görmek için yumurtalarda delik açmaya kalkmaz veya on dakika mola almaz.Yalnızca ve basit bir şekilde,içgüdüsel olarak yumurtaları çevirir.


…Tavuklar, doğadaki çoğu varlık gibi hiç kimsenin kendilerine öğretmesi gerekmeden yaşamayı öğrenirler.Nasıl rahatlamak,nefes almak,bastıkları toprağı hissetmek ve fazladan başka bir şey yapmamak gerektiğini bilirler.


Fazladan hiçbir şey yapmamak, bu dört öğeden en zorudur,başlangıçta size öyle gelecektir.Bunun anlamı,her işi olabildiğince doğal ve içgüdüsel bir şekilde yapmak,doğanın size yardım etmesine izin vermektir.Siz ne kadar az yaparsanız,doğa sizin için o kadar fazlasını yapacaktır.''



Bu kitaptan alıntılarımın sonuncusuydu bu. Çok daha fazlası var içinde ,onun için alıp okumanızı tavsiye ediyorum tekrar.


Doğumun ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini ve basitliğini anlatmak için daha fazla söze gerek var mı bilmiyorum.


Blogumun sağ tarafındaki ‘gadget’lardan biri ‘Stand and deliver( Ayağa kalk ve doğur)’ isimli bir siteye yönlendirir sizi. İlk bebeğine uzun uğraşlar sonucu 10 sene sonra hamile kalmış ve bebeğini evinin banyosunda tek başına doğurmuş olan bir annenin blogu. İkinci çocuğunu yine evde , bu sefer ebe yardımıyla dünyaya getirmiş ve şu anda üçüncü çocuğuna hamile.Burada üçüncü doğumu için hazırladığı doğum planı var.


Şunu hiçbir zaman unutmayın ki: Doğum sizin. Bebek sizin. Beden sizin.


Hepsinin kıymetini bilin.


Doğumunuza dair bilinçlenin, bilgilenin, hazırlanın.


Edilgen değil etken olun.


Kuzu değil aslan olun.


Hadi! Ayağa kalkın ve doğurun!


4 Şubat 2011 Cuma

İçgüdüsel Doğum 2


''Batılı kadınların çoğunluğu olarak bizler,doğum sancıları çekinceye ve doğum yapıncaya kadar asla fiziksel olarak denenmemişizdir.Asla on altı veya yirmi dört saat yemek yemeden ve uyumadan durmamışızdır.Belki bir iki günü duş almadan,dişimizi fırçalamadan,saçımızı yapmadan veya makyaj yapmadan geçirmişizdir.Çok daha azımız yıkanmamış,terli,çıplak ve alt tarafından sıvılar,kan ve dışkı sızarken bir başkasının kendisine dokunmasına,kendisini görmesine veya koklamasına izin verir.Doğumun güçlükleriyle karşılaştığımız zaman korkumuzu,endişemizi ve ağrıya verdiğimiz tepkileri saklayamayız.Vücudumuz kıvranarak iner çıkar,kusar,homurdanır,çığlık atar ve sıvılar sızdırırken;sosyal birer varlık olarak bütün çekingenliklerimizden ve süslerimizden soyunuruz.

Hayvan,herkes görsün diye ortaya çıkmıştır.
Susan Diamond / Hard Labor (Zor doğum)

Bundan sonraki hayatıma ilişkin şu anda en büyük isteğim; bütün bilgilerimi, öğrendiklerimi, öğretilenleri kafamdan silerek ikinci gebeliğimi tam anlamıyla bir hayvan gibi yaşamak. Evet bilmek istemiyorum ne zaman hamile kaldığımı, kaçıncı haftada olduğumu, bebeğimin kafasının çapını ya da tahmini kilosunu. Bütün bunları bilerek ve öğrenerek kendimi farkında olmadan şartlamak istemiyorum, alttan alta bir mesaj vermek istemiyorum bedenime ‘belki başaramayacağına’ dair.

Doğumda yanımda olacak herkesi önceden koklayarak tanımak istiyorum. Kokusunu tanımadığım biri yanıma yanaşmasın istiyorum.

Doğum sonrasında da toplumsallaştırılmış, medenileştirilmiş tarafımdan sıyrılarak, yine aynı bir hayvan gibi davranmak istiyorum. Yavruma kimse yanaşmasın, yanaşan da tırnaklarımdan nasibini alsın…

Bir kadın olarak kendime ve bedenime güvenerek, bebeğime ve doğaya güvenerek bir hayvan bilgeliğinde ve sakinliğinde doğurmak istiyorum.

Bir kadın olarak buna programlanmış, görevi bu olan vücuduma ihanet etmek istemiyorum.

Bu rahmin, döl yatağının, leğen kemiklerinin,bu ‘kadın’ bedenimin hakkını vermek istiyorum.

Bebeğim de dünyaya bu yoldan gelmeyi bekliyor çünkü her bebek gibi, o da rahme düştüğü ilk günden beri kendini buna hazırlıyor.

Onlara beklediklerini ve hak ettiklerini vermek istiyorum sadece…

Çok istiyorum…

Peki çok şey mi istiyorum?

2 Şubat 2011 Çarşamba

İçgüdüsel Doğum 1


''Lucy ile ilk karşılaşmam doğumla ilgili hazırlıklarımızın yönünü ani bir şekilde değiştirdi. Lucy,New Mexico Üniversitesi, Maxwell Antropoloji Müzesi’nde sergileniyor.0, 3.6 milyon yıl önce Afrika’da yaşamış insansıların 110 cm. boyundaki gerçek boyutlarda bir modeli.


Antropologlar Lucy’ yi buldukları yerde, aynı zamanda iri ve ufak tefek iki yetişkin tarafından bırakılmış ayak izlerini ve yetişkinlerin birinin ayak izlerine basarak yürümüş bir çocuğa ait ayak izlerini de bulmuşlardır.


Ben bunları öğrenince, Lucy’ ye bakışım değişti; onu eski bir kadın olmanın yanı sıra,eski bir anne olarak görmeye başladım.


Lucy hamileyken, ne zaman ve nasıl hamile kaldığını bilmiyordu. Rahminin kaç cm. olduğu, kaç gr. protein tükettiği veya ne zaman doğum yapacağı onu ilgilendirmiyordu. Anı yaşıyor; karnı iyice büyürken, uyku ve beslenme konusunda giderek değişen ihtiyaçlarına bilinçsiz bir şekilde tepki veriyordu.


Lucy doğum sancıları başladığı gün, rahminin kaç cm. açıldığını veya bir gün erken mi yoksa iki hafta geç mi doğum yapacak olduğunu bilmiyordu. Ne yapması gerektiği konusunda danışabileceği hiç kimse yoktu. Kendiliğinden, vücudunun verdiği mesajlara karşılık veriyor ve ne zaman yemek yemeyi bırakacağını,ne zaman dinleneceğini,ne zaman farklı şekilde nefes alması gerektiğini ve hatta ne zaman çığlığı basması gerektiğini içgüdüsel olarak biliyordu.


Lucy’nin nasıl doğum yaptığına ilişkin hayalime dalmıştım ve ilkel koşullarda, öz bilinçten yoksun şekilde doğum yapmanın nasıl bir şey olacağını zihnimde canlandırmaya çalışıyordum. Hayatımda ilk kez, eğer yerleşik bir yargıya uygun olsun diye zorlamaya, denetim altına almaya veya belli bir biçimde doğum yapmaya çalışırsam bunun ‘doğal’ olmayacağını anladım.''


İçgüdüsel Doğum Kuraldışı Yayınları'ndan henüz piyasaya çıktı. Kuraldışı’nın her kitabı okumaya değerdir bana göre, Nil Gün’e bilhassa sevgim ve saygım çoktur.

Hızımı alamayıp birkaç kere daha yer vereceğim içinden alıntılara,bugünküne '1' dedim o yüzden.

Hamileyseniz, ikinci doğumu düşünüyorsanız ya da doğum konusuyla ilgileniyorsanız bu kitabı şiddetle tavsiye ederim.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...