30 Aralık 2010 Perşembe

Mutlu yıllaaaar!





Hepinize en mutlusundan,en sağlıklısından,en doğalından,en huzurlusundan en en ennn bir yeni yıl diliyorum!


Kendim için de bütün bunların dışında ayağımızın toprağa değebileceği,bahçesini ekip biçebileceğimiz,hatta bahçesinde birkaç tavuk ve bir ineğin olduğu,kıyısında deniz olan bir memlekette,içinde eş-dost ve çocuk kahkahalarının eksik olmayacağı sıcacık bir ev istiyorum.


Söz uçar,yazı kalır ya;ondan yazdım bunu buraya...Gerçekleşme ihtimalini arttırabilmek adına...


Herkese her istediğini getirsin 2011...

29 Aralık 2010 Çarşamba

Alışverişi sevmeyen anne modeli

Ali’ye ne hamileyken ne de doğduktan sonra, şöyle bir alışverişe çıkıp, ne bir kıyafet (evet bir çift çorap bile) ne de bir oyuncak almadım desem yalan olmaz.


Bazen sıkıcı buluyorum bu kadar kontrollü oluşumu. Aslında kontrollü olmak adına da yapmıyorum ama ne yapayım böyleyim işte.


Bir tek geçen sene bu zamanlarda,Ali 3,5 aylıktı o zaman,Amerika seyahatimizde almıştık bir şeyler.O da gerek Amerika’da olmamızın heyecanından,gerek birçok şeyin Türkiye’ye kıyasla ucuz olmasından,gerekse eşimin hevesini kırmamak adınaydı.Ama onda bile abartmadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.Şunu da fazla almışız ya da aldık ama bak hiç kullanmadık dediğimiz bir şey olmadı daha.


Aile büyükleri sağolsunlar, zaten her şeyi fazlasıyla alıyorlar.Hiç giymeden kaldırdığım da çok kıyafeti oldu ama bunda benim suçum yok.Alınan/ hediye gelen çoğu şeyi hemen gidip bir sonraki sene giyebileceği bir şeylerle değiştirerek bir sonraki mevsim giyeceği şeyleri bile çoğunlukla hazır ettim,ediyorum.


Oyuncak deseniz, kuzeninin eski oyuncakları vardı, onlarla idare ettik.Ki onlar da olmasa olurmuş yani,oyuncakla oynayan kim?Çoğu çocuk gibi tencere,tava,cezve,kaşık vs. bizimkinin oyuncakları da.


Çocuk mağazalarının önünden geçerken hiç mi gördüğü bir kıyafete içi gitmez insanın? Gitmiyor. Zaten hoşlanmıyorum öyle küçük adam kıyafetlerinden. Bakması güzel ama çok özel bir gün haricinde giydirmem. Çünkü benim için çocuk kıyafetinde en önemli nokta çocuğun hareket kabiliyetini kısıtlamaması.Kot bile giydirmiyorum bu yüzden.Gömlek,kadife pantolon falan uymuyor bize.En yumuşağından bir eşofman altı vardır bizimkinin üzerinde genellikle.


Yürümeye başlamadan ayakkabı da giydirmedim. Bütün yaz çıplak ayaktı, her yerde.Sitemizin parkında sağolsun bazı anneler ayakkabı almayı teklif ettiler,alamadığımız için giydirmediğimi sanarak galiba. :)


Bilmiyorum belki ben de rahatlığa çok önem verdiğim için çocuğu da kendim gibi düşünüyorum. Topuklu ayakkabı, dar pantolonlar, şıkır şıkır takılar,kuaföre gitmek hazzetmediğim şeylerin başındadır.Böyle giyinenlere özenirim ama bazen,gerek dergilerde gerek çevremde.Size saçma gelecek belki ama topuklu ayakkabı giyip,saçımı falan yaptırdığımda aklım azalıyor,beynim boşalıyor benim.Gerçekten.Konuşacak konum bile kalmıyor,resmen salaklaşıyorum.Makyaj yapınca da öyle.Bazen gerekince çok hafif olmak şartıyla yapıyorum;bir rimel,biraz allık sürüyorum ama şöyle kıpkırmızı boyasam mesela dudaklarımı kendi sesime bile yabancılaşırım,siz düşünün artık o dudaklardan çıkacak lafların saçmalığını.


Çocuk mobilyası satan yerlerde ne oda takımları, çocuk odası için ne aksesuarlar görüyorum. Onlara da hiç imrenmez mi insan? Yok. Bu konuda da benim için önemli olan rahatlık.Önceliklerim farklı diyeyim ya da,en azından şimdilik.Şu anda önceliğim çocuğumla aynı yatakta yatmak.Hatta şu anda yer yatağında yatıyoruz,çünkü yatak odamızdaki karyolayı attım!Ortasına yatak koyulan kenarları çıkıntılı yeni moda karyolalar vardır ya onlardandı bizimki de.Köşeleri zaten iyice sinirime dokunmaya başlamıştı,görmesi bile rahatsızlık veriyordu.Yaklaşık iki ay kadar önce Ali tam köşesine dudağını çarpıp kanatınca,o gün çıkardım evden,verdim gitti.Hem oda ferahladı,hem aman çarpacak mı endişesi kalmadı hem de gece düşer mi korkusu. ‘Oh be, dünya varmış!’ dedim. Sabahları uyanınca sessizce kalkıp gidiyor Aliş, biraz içeride oynayıp geliyor. Ben de biraz daha fazla uyumuş oluyorum bu sayede. Girintisi çıkıntısı olmayan,yere çok yakın bir karyola bulmadıkça da yer yatağında yatmaya devam edeceğiz.


Yatak değil ne de olsa insanı iyi uyutan. Huzur.

İçim,kafam huzurlu olsun yeter ki...

Söz yataktan açılmışken, şöyle bir yatak hayalim var ailemizin kalabalıklaşmasıyla beraber ileriki yıllarımıza dair:


Bu fotoğrafı severek takip ettiğim Kelley'nin blogundan aldım.Şu anda 6. çocuğuna hamile kendisi!Kimilerini korkutabilir bu fotoğraf ama ben çok romantik buluyorum!

Çok istiyorum böyle büyüüüük kocamaaaan bir aile olmayı ben de! İlk çocuğunu 30 yaşında doğurmuş bir insan olarak belki yaşım vefa etmez 5 tane doğurmaya ama çocuk sahibi olmak,bir çocuğa anne olmak,bir çocuğa aile olmak sadece doğurarak olmuyor,öyle değil mi?

27 Aralık 2010 Pazartesi

Acemi anne




Olmadım ben hiç.


İnanması zor değil mi? Ben de inanamıyorum.


Övünmek için söylemiyorum asla, ben beni şaşırttım/şaşırtıyorum bu konuda da ondan diyorum.


Doğduğu ilk günden itibaren, yaptığım her şeyden emin oldum. Ne ‘Nasıl tutacağım?’ diye düşündüm, ne ‘Nasıl besleyeceğim?’ diye. Ne ‘Kakası neden yeşil acaba?’ dedim, ne ‘Gazını nasıl çıkaracağım?’ diye tereddüt ettim. Neden ağlıyor diye bir gün bile panik olmadım. Hep bildim/biliyorum çünkü neden ağladığını.


Bir buçuk iki aylık falandı Ali, o zamanlar kundak yapıyorduk. Bir sabah kundağı açtık, üstünü değiştirmek için tulumunu çıkarttım. Bir baktım bütün vücudunda kıpkırmızı döküntüler var. Hiç mi panik olmaz insan? Olmadım. Odasının sıcak geldiğini anladım. Eşim ‘Doktoru arayalım, soralım.’ dedi.’Boşver, yarına geçer.’ dedim. Geçti.


Ne ‘Sütüm yetiyor mu?’ diye düşündüm, ne ‘Neden bu kadar sık uyanıyor?’ diye. Uyku eğitimini falan aklımdan bile geçirmedim. Düzeleceğini biliyordum. Kendi kendine uyumayı öğrenmesi gibi bir derdim olmadı hiç. Hala da yok…


Katı gıdaya geçince bir gün bile düşünmedim neyi nasıl yedireyim diye. Çocuğunun özel bir durumu olmamasına rağmen içirecekleri bir çorbayı bile doktora soranlar var. Demiştim ya, herhangi bir konuda tek bir soru dahi sormuşluğum yok daha.


Olabildiğince akışına bıraktım her şeyi, herhangi bir taktik denemedim.


Her kafadan çıkan sesleri değil sadece kalbimi, bebeğimi ve doğayı dinledim.


Annem doğumdan bir buçuk ay önce falan gelmişti bize. Ağustos ayına denk geldiği için doğumum, sıcaklardan dolayı erken doğum yapacağımdan korkmuştu. Doğumdan 20 gün sonra da gitti. Baktı ki ben idare edebiliyorum, bayram falan da girmişti araya, babamla kardeşimi yalnız bırakmak istemedi.


Ne nasıl yıkayacağımı düşündüm, ne nasıl masaj yapacağımı . Ne ‘Acaba kalın mı giydirdim?’ diye düşündüm, ne ‘Üşüyor mu ki?’ diye.


Yaptığım her şeyden emindim. Ne bir soru işareti kafamda, ne içimde bir endişe oldu.



Geçenlerde bir yazı çıktı karşıma burada.


Her okuduğumda içimi oyan...


Ne zamandır kafamda uçuşup duran düşünceleri, cümleleri öyle güzel bir araya toplamış ki Selen. Ne ekleyecek, ne çıkaracak bir harfim bile yok.


‘Acemi anne olmadım.’ dedim ya, bu düşüncelerin karşısında aceminin de acemisiyim, yüreğim eziliyor ,kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırıp bakıyorum hayatın yüzüne kendimi acındırarak ‘Lütfen bana böyle şeyler yaşatma…’ diye…Ama büyüyen hiçbir insanın bundan kaçışı yok,biliyorum.


Yazıya bıraktığım yorumda yazdığım gibi:


Uyumuş, uyumamış…


Yemiş, yememiş…


Düşmüş, kalkmış…


Bunlar mesele değil, zorluk değil…


Çocuk sahibi olmanın asıl zorluğu bambaşka şeyler işte…


Bazı şeylere engel olamayacağımı bilmek asıl zor olan…


23 Aralık 2010 Perşembe

Yer elması

Malum,kış gelince pazar tezgahlarının pek tadı kalmıyor.Fazla bir seçenek olmuyor,her hafta dön dolaş aynı şeyleri al,pişir.

Burada bir parantez açıyorum.Hayatta en sevdiğim şeylerden biridir pazara çıkıp alışveriş yapmak.Hele ki baharda ve yazın tezgahlardan fışkıran sebzelerin,meyvelerin renklerine,canlılıklarına doyum olmaz.Hiçbir şey almayacak olsam bile gitmeden duramam.

Marketlerin soğuk raflarından sebze-meyve alışverişi yapmayı oldum olası sevemedim.Hiç yapmadım da diyebilirim.Zaten artık market alışverişimiz yok gibi bir şey.

Süt,peynir,yumurta,tereyağı,zeytin,salça,bakliyat,un,ekmek,bir kısım meyve ve sebze
çiftlikten geliyor.Tavuğu,köy tavuğu getiren kasabımızdan alıyorum.
Temizlik malzemelerini internetten sipariş veriyorum.(Sodasan, EcoCert sertifikalı bir Alman markası.Birçok internet sitesi tarafından satışa sunuluyor,bir inceleyin derim.)

Abur cubur yeme alışkanlığımız zaten yok.Geriye pek bir şey kalmadı herhalde?Peçete,tuvalet kağıdı,kağıt havlu...Şu anda başka bir şey gelmiyor aklıma ama belki vardır birkaç kalem daha.Kapattım parantezi.

Kış aylarındaki az seçenekten biri de yer elması.Biz zeytinyağlısını çok severiz.Annem çok güzel yapar.Daha önce bahsettiğim 'Gıdalarımız ve Sağlığımız' kitabı var şu anda elimde.Faydaları şunlarmış:
  • Pankreas ve böbrekler için çok faydalıdır.
  • Yer elmasının şekeri,insüline lüzum göstermeden vücutta depo edilir ve sarfedilir.Bu bakımdan şekerliler için iyi bir sebzedir.Ayrıca hazmı kolay olduğundan çocuklara,hastalara ve ihtiyarlara da faydalıdır.Onları besler.Bol madeni madde verir.Enerji ve besleme bakımından patates ayarındadır.
  • Vitaminleri ve kalsiyumu ile çocukların boylanmasına ve kemiklerinin iri olmasına yarar.
  • Emzikli hanımlarda süt miktarını ve sütün beslenme değerini arttırır.
  • Yer elmasında yağımsı bir madde vardır.Bununla bağırsakları kaygan hale getirir ve pekliği giderir.Hemoroidi olanlara faydalıdır.
  • Bol idrar söktürür ve kandaki pislikleri temizler.Dolayısıyla cildi güzelleştirir.

Zeytinyağlısı şöyle yapılıyor:

1/2 kg. yer elmasını soyuyoruz.(Hepsini bitirene kadar soyduklarımızı limonlu suda bekletiyoruz.) Büyük olanları ikiye bölüyoruz.Cevizden biraz daha büyük parçalar olması lazım elimizde.Bir çay bardağından bir parmak az zeytinyağında 1 orta boy soğan ve 2-3 diş ince kıyılmış sarımsağı kavuruyoruz.2 domates rendeliyoruz.(Yazdan derin dondurucuya attığım rendelerden kullanıyorum,renk vermesi için yarım tatlı kaşığı salça da ekliyorum.)Birkaç dk. çevirip yer elmalarını ve halka halka doğranmış 1 havucu ekliyoruz.Birkaç kere de bunu çevirdikten sonra 1 tatlı kaşığı pirinç,1 tatlı kaşığı şeker,dilediğimiz kadar tuz ve sıcak su koyup (su,yer elmalarının üstüne çıkmayacak işte,göz kararınıza kalmış.) kaynayınca kısıp 45 dk. kadar pişiriyoruz.Her zeytinyağlı yemeği olduğu gibi bunu da tenceresinde soğutup servis tabağına alıyoruz.Üstünü ince kıyılmış maydanozla süslüyoruz.Yerken de limon sıkmayı ihmal etmiyoruz.

Yukarıda gördüğünüz kitabı geçen sene almıştım.Birbirinden güzel çorba tarifleri var içinde.Kolay bulunabilecek malzemeler ve kolay ölçülerle hazırlanan sıcacık çorbalar.Candan Turhan'ın anlatım dili de en az çorbalar kadar sıcak.

Yer elmasının çorbasının da yapılabildiğini bu kitaptan öğrendim.Çocuklara zeytinyağlısını sevdirmekten daha kolay çorbasını içirmek:

Tereyağ ( Zeytinyağı da olur.)

4-5 doğranmış yer elması

2 yemek kaşığı pirinç

4-5 bardak su

1 tatlı kaşığı toz şeker

1 küçük soğan (yemeklik doğranmış)

1 tatlı kaşığı salça

Süt

Tuz

Yapılışı da şöyle:

Pirinçle 2 bardak suyu pirinçler pişene kadar 10-15 dk. kaynatın.Yer elması,şeker ve biraz tuzu kalan 2 bardak suyla beraber tencereye ekleyin,15-20 dk kısık ateşte kapağı kapalı olarak pişirin.Blenderdan geçirip,gerekirse kıvamını inceltmek için süt ekleyin ve bir taşım daha kaynatıp ateşten alın.

Bir tavada soğan ve salçayı tereyağla kavurun,çorbaya katın,biraz demlendirdikten sonra birer dilim limonla servis yapın.

Çocuklara afiyet,annelere süt olsun!

22 Aralık 2010 Çarşamba

Emzirme reformu sobesi



Blogcu Anne Elif'in başlattığı 'Emzirme Reformu Gerekli' hareketini başından beri destekliyorum.
Kendisi bugün köşesinde,bu konu hakkında yeni bir farkındalık ve destek dalgası yaratmak ve bir veri tabanı oluşturabilmek adına aşağıdaki soruları cevaplamamızı rica etmiş.

Hay hay,seve seve...

(1) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç? (*)

Yanıtı görmeden önce %60-70 gibi bir cevap verirdim.Sonucu görünce şaşırdım.Ama 'sadece' ibaresinin bulunması bence bu istatistiğin sonucunun bu kadar düşük çıkmasına neden olan.Bir kaşık su verildiğinde bile bebek ilk 6 ay 'sadece' anne sütü almamış diye kabul edilmiş olabilir.Dolayısıyla aslında bu oranın daha yüksek olduğuna inanıyorum,inanmak istiyorum.



(2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütü ile beslediniz?

Ben 16 aydır emziriyorum ve o istediği sürece de emzirmeye devam etmeyi düşünüyorum.



(3) Kaç ay doğum izni kullandınız?

Çalışmadığım ve bu tür sıkıntılara göğüs germek zorunda kalmadığım için kendimi şanslı hissediyorum.



(4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?

Bkz. soru 3 :)



(5) Emzirdiğiniz ya da süt iznini kullandığınız için iş yerinde mobbing (tepki, işi bırakmanız için baskı) ile karşılaştınız mı?

Bkz.soru 3

(6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarıda emzirmeniz gerektiğinde sıkıntı yaşadınız mı?

Hayır yaşamadım.



(7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Gerek emzirme danışmanlığı, gerekse psikolojik olarak yeterince destek bulabildiniz mi?

Emzirme konusunda kayda değer bir psikolojik ve fiziksel bir sıkıntı yaşamadım gelip geçici ufak birkaç sorun dışında.

(8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan “sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?

Şanslıyım ki görmedim.Ama bana karşı kurulacak böyle cümlelerin sahibi benim kadar şanslı olmayabilir! :)

(9) Emzirme Reformu’nu biliyor musunuz? Sizce Emzirme Reformu neden gerekli?

Evet,haberdarım.

Emzirme Reformu bebeklerin en azından ilk 6 ay hakları olan anne sütünü alabilmeleri için mutlaka gerekli.

Hem psikolojik hem fiziksel açıdan daha sağlıklı yarınlar için Emzirme Reformu hemen şimdi!

(10) Emzirme Reformu’nu web sitesinde desteklediniz mi? Destek olmak için www.emzirmereformu.com adresindeki formu doldurmanız yeterli.

Evet.

(*) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı yüzde 1,3. (Kaynak UNICEF Türkiye). Annelerin yüzde 98′i doğumdan sonra emzirmeye başlıyor, fakat ilk iki aydan sonra genel emzirme sorunları veya işe başladıklarında yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle emzirmeyi ve anne sütüyle beslemeyi sonlandırabiliyorlar.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Midemi tıp tepti!



Neyzen Tevfik'in daha tıbbın bu kadar hayatımıza girmediği bir zamanda söyledikleri:

Bir hazakatzedeyim,midemi tıp tepti benim
Kırk katır tepse yıkılmazdı bu muhkem bedenim


Kapladı her yanımı sancı,elem,ağrı,bere
Bir mezar oldu vücut,sanki etibba haşere


Hastane sanarak çok yere girdim çıktım
İbret aldım oralardan da canımdan bıktım.


Hazakatzede:Osmanlıca'da hekim hatasının kurbanı olan kimse için alay yollu söylenen söz.

Etibba:Doktor

Muhkem:Sağlam

Ya bir de günümüzde yaşasaydı Neyzen,neler döktürürdü dersiniz?

19 Aralık 2010 Pazar

Sevgi ve saygı ile beslemek

Başından beri felsefem bu oldu.


Ali hiçbir zaman iştahsız bir çocuk olmadı.Ya da ben beklentilerimi az tuttuğumdan bana öyle geldi/geliyor,bilemiyorum.Midesinin boyutunu hep göz önünde tuttum tabağına yemek koyarken.İstemediği zaman son kaşık için hiç zorlamadım.


Fakat, çocuklar büyüdükçe davranışları da yaşının gereklerine bağlı olarak değişiyor .Yürümeye başlayan çocuk uzun bir süre bir yerde oturup kalmıyor,kalamıyor.Daha önce bahsetmiştim,kutulanmış çocuklardan olmasını da istemiyorum,evet.Önceliği artık oyun,bunu da biliyorum.


’Bilim adamları küçük çocuklarla deney yapıp,yiyeceklere yakın bırakıldıklarında ne yapacaklarını görmek istemişlerdir.Onların aşırı yiyeceğini düşüneceksin.Yanılıyorsun,onlar aşırı yemez.Anne ve baba onları aşırı besleyip ‘Daha çok ye.Ye,biraz daha güçlen.Biraz daha canlan,şu haline bak.’ derler.Çocuk ağlıyor.Çocukların sıklıkla ağladığını görürsün.Onun bedeni hayır diyor.Onun bedeni dışarı çık ve biraz hopla ve zıpla,git ağaçlara tırman diyor.Ve sense onu beslemeye devam ediyorsun.Doktor her üç saatte bir çocuğa süt vermek gerekir diyor.Çocuk içmiyor ve başını bir o yana bir bu yana sallıyor.Bu ortalama zamanı takip etmek işe yaramaz.Çocuk acıktığında ağlayacaktır,o seni haberdar eder.Saate bakmaya gerek yok.Çocuğun kendi bedeninde içsel saati var.Ama sen onun saatini bozmaya devam ediyorsun.Ve her çocuk başka bir zamanda acıkacaktır.Şimdi bu büyük bir problemdir,bir kural oluşturuldu;ortalama kuralı.


Ortalama kuralına dikkat et.Bedenin kendi içsel saati vardır.’’


diyor Osho efendi.


Duygularıma tercüman oluyor.


Oluyor olmasına da bu nasıl davranacağımı şaşırmama engel olamıyor. Ali acıktığında mama mama diye bağırıp,tencerelere saldırıyor.Mama sandalyesine oturtuyorum fakat en fazla birkaç kaşık sonra huzursuzlanıyor, kalkmak istiyor.Kaldırmazsam bir lokma daha yemiyor.Kalktıktan sonra da kah yanıma gelerek,kah ben elimde kaşıkla onun yanına giderek yemeği bitiriyoruz.


Aslında içimden bir ses doğru yaptığımı söylüyor. Kaldırmayıp oturmaya zorlarsam;inatlaşma,gerginlik derken ipler iyiden iyiye kopacak.Dediğim gibi iştahı yerinde,onu da bozmuş olacağım belki.Bu yaştaki bir çocuğa bırakın sofra adabını öğretmeyi,herhangi bir eğitim verilmeye çalışılması bana göre zaten doğru değil.Sevgi ve saygıyla beslemeye devam ediyorum aslında kendimce.


Ama elimde tabakla peşinde gezmeyi de istemiyorum bir taraftan.


Bunun bir orta yolu yok mu acaba?

13 Aralık 2010 Pazartesi

D vitamini



Devam ediyorum:



''D vitamini sağlıklı kemikler ve kalsiyum emilimi için gereklidir.


Anne sütünün D vitamininden yana fakir olduğu sonucuna varmak yanlıştır.Mesele anne sütünün çocuklarımız için bu bakımdan uygun olmadığı değil,emziren annenin yeterli güneş ışığı alıp almadığıdır.Anne de bebek de her gün güneş ışığına çıkmalıdır.Her ne kadar artık güneşfobik bir toplumda yaşıyor olsak da,bunu yapmak oldukça basittir.


D vitamini eksikliğinin güneşi bol olan ülkelerde daha çok görülmesi ise ayrı bir çelişkidir.Bu gerekli ve yararlı maddenin emilimini güneş gözlükleri,güneş kremleri ve koyu renkli camlar engeller.Cildimiz D vitaminini güneşin ultraviyole ışınlarıyla üretir.Güneş gözlüğü taktığımızda,gözlerimiz etrafta fazla ışık olmadığını düşünür ve beyin aracılığıyla cilde ultraviyole ışınları için hazır olması gerektiği mesajını gönderemez.


Vücudunuz yazın güneşten uygun olarak istifade ederek,depolarını kış aylarına taşıyabilir.Sağlıklı güneşlenmek yanmak değildir,cildinizi nazikçe ve yavaşça güneşle buluşturmaktır.Sabahın erken saatleri ve akşam üzerileri tolerans seviyenizin kademeli olarak artmasını sağlar.Herkesin güneş ışığına ihtiyacı vardır.


Sağlıklı kemikler ve dişler sahip olmak D vitaminine bağlıdır.Eksikliği ilerleyen yaşlarda otoimmun rahatsızlıkları ve osteoporoz olarak ortaya çıkar.


Cilt kanserinin en önemli risk faktörü güneş değil,sağlıksız yağ tüketimimizdir.Eğer diyetinizde margarin,kızarmış yağlar vb. yerine doğal yağlar bulunuyorsa bedeniniz cilt kanserine meyilli olmayacaktır.''


Konuyla ilgili La Leche League International'ın görüşü de burada.

Güneşten yana bizim kadar şanslı olmayan çoğu Avrupa ülkesinde bile bebeklere rutin olarak verilmeyen D vitamini, ülkemizde sağlık konusundaki sayısız 'ezber'den biridir.


Bana kalırsa son yıllarda artan cilt kanserinin en büyük nedenlerinden biri de bilinçsizce ve fazlaca tüketilen kozmetik malzemeleridir ki buna güneş koruma kremleri de dahildir.


Geçtiğimiz yaz ne kendime ne de Ali'ye bir damla bile güneş kremi sürmemeyi başarabildim,tatilimizin bir kısmı da teknede geçti,ona rağmen...Sadece öğle saatlerinde güneşe çıkmamaya dikkat ettik.

İlerleyen senelerde öğlen denize gitmeme ya da güneşe çıkmama konusunda sözümü ne derece dinletebilirim bilmiyorum tabii ama o zaman da içeriğinin her maddesini büyüteçle inceleyerek,ne olduğunu araştırarak (bilindik bir markanın 'çocuklar için özel' ürünü olması asla yeterli olmaz) edindiğim bir kremi sürerim.


Benzer görüşleri Daniel Reid'in Detoks isimli kitabında da okumuştum:

''Helyoterapi veya sağaltıcı güneş banyosu için günün en iyi zamanı,güneşin gökyüzünde yavaşça süzüldüğü ve gözlere veya cilde zarar vermediği 10:30'dan önceki veya 15:30'dan sonraki saatlerdir.Günde birkaç kez,20-30 dakikalık seanslar arzulanan sağaltıcı etkileri elde etmek için yeterlidir.Cildinizin ne kadar büyük bir kısmını güneşe maruz bırakırsanız,alacağınız fayda da o oranda artar.Bu,gözler için de geçerlidir.Helyoterapi sırasında güneş gözlüğü takmayın,çünkü gözlük güneşteki faydalı uzun dalga UV frekanslarını filtreler ve oküler-endokrin sistemini harekete geçirip bağışıklık tepkisini harekete geçiren bu frekanslardır.


Bir time-lapse fotoğrafçısı olan John Ott bitkilerin büyüme döngüsünü fotoğrafladığı bir dış mekan projesi sırasında kırılan güneş gözlüklerini yenilemeye fırsat bulamayınca gözlüksüz çalışmaya devam etti ve birkaç hafta sonra yıllardır çektiği ağrılı artritinin hızla iyileşmeye başladığını fark etti.Sonrasında yapılan araştırmalarda,daha önce güneş gözlükleri tarafından bloke edilen UV ışınlarının gözüne girmesiyle hipofiz bezinin hormon salgılamak üzere uyarıldığı ve bu salgılanan hormonların böbreküstü bezlerini,vücudun bu durum için yerleşik reçetesi olan doğal steroidleri üretmek üzere harekete geçirdiği anlaşıldı.''

9 Aralık 2010 Perşembe

K vitamini



Geçen yazımda bahsettiğim 'The drinks are on me' den devam ediyorum yine.Paylaşmak istediğim birkaç bölüm daha var önümüzdeki günlerde...


''Yeni doğan bebeklere K vitamini iğnesi yapılması da insanoğlunun anneyle bebek arasına giren icatlarına bir örnektir.Yapay K vitamini verilmesinin amacı yeni doğanı olası bir kanamalı duruma karşı korumaktır.Fakat önce kendimize bu tip insan icatlarının nereden çıktığını sormalıyız.


Peki insanoğlu K vitamini iğnesi olmadan bugünlere kadar nasıl geldi? Anne ve bebeklere ne yaptık ki K vitamini verme ihtiyacı ortaya çıktı?

Müdahalesiz,doğal doğumlarda bebek doğum kanalından geçerken annesinin dışkısından bir miktar yutar.Bu,sindirim sistemine gider ve bağışıklık sisteminin gelişimini başlatır.Fakat doğum modernize (!) edilip kadınlara doğumdan önce lavman yapıldığından beri bebekler bundan mahrum kalıyor.Modern doğum ayrıca sağlık personlinin rutin işlerini(bebeği yıkama ve tartma gibi) yapmalarını gerektirdiğinden emzirmenin gecikmesini kaçınılmaz kılıyor.Bunun gecikmesi demek,bebeğin K vitaminini anneden zamanında alamaması demektir.


Yeni doğan sünneti de hatırı sayılır bir kan kaybına sebep olur.Doğumlara müdahale ediyoruz,emzirmeyi geciktiriyoruz ve bebeğimizin bir parçasını koparıp atıyoruz.Herhalde K vitaminine ihtiyacımız olur!


Çalışmalar K vitamini almayan bir bebeğin kanamalı bir durumda riskinin 1/10000 ile 1/25000 arasında olduğunu gösteriyor.Size bebeklerin K vitamini eksikliğiyle doğduklarını ve anne sütünde çok az K vitamini olduğunu söyleyeceklere karşı hazır olun.Doğa Ana insanoğlu kadar bilemiyor,öyle mi?

Biz bilinçli tercihler yapan anneler olarak kendimize bu K vitamini azlığının neye ve kime göre kıyaslandığını sormalıyız. Bu az miktar da bir bebek için yeterli olamaz mı,tıpkı bebeklerin gövdesiyle kıyaslandığında başlarının büyük olması gibi?

Ayrıca anne sütünde K vitamininin az olduğunu gösteren çalışmalar annelerin doğumdan sonra kolostrumu sağıp,bebeğe vermedikleri zamanlara aittir.Ayrıca o zamanlar bebekler saate bağlı emzirilir ve emzirme süresi de sınırlı tutulurdu.Şu anda sağduyunuz size bu çalışmalara güvenmemeniz gerektiğini söylüyordur sanırım.


Bebeğinizin K vitamini seviyesini yükseltmenin en iyi yolu doğumdan sonra kordonu mümkün olduğunca geç kesmektir.

Bazı kadınlar kordonun kesilmeyip plasentayla beraber bebeğin yanında tutulup,kendiliğinden kuruyup düşmesinin beklendiği lotus doğumu tercih eder.Sadece plasenta çıkıncaya kadar kordonu kesmemenin bile inanılmaz büyük bir etkisi vardır.

K vitamini yeşil yapraklı sebzelerde,mercimekte,bezelyede ve pekmezde bulunur.Bunları beslenmenize kattığınız sürece bebeğinizin önce plasentadan sonra ise sütünüzden yeterli K vitaminini aldığına emin olabilirsiniz.''

7 Aralık 2010 Salı

Sezaryen ve emzirme


Bugünlerde okumakta olduğum birkaç kitap var.Bir tanesi Veronika Sophia Robinson’un yazmış olduğu ‘The drinks are on me(Everything your mother never told you about breastfeeding)’

Veronika,iki çocuğunu da yedi yaşına kadar emzirmiş bir anne.Kitabı o kadar içten bir dille yazmış ki sanki okuyor gibi değil de karşılıklı sohbet ediyor gibi hissediyor insan kendini.Doğal,holistik bir anneden emzirmeyle ilgili hiçbir yerde okumadığım şeyler öğrendim.İlgilenenlere şiddetle tavsiye ederim.


Blogumda benim gibi düşünenlerin yazdığı kitaplardan alıntılara yer vermeyi seviyorum.’Tam da benim düşündüklerimi yazmış.’ ya da ‘Ben de yazsam bunu/böyle yazardım.’ dediklerime…



Sezaryen ve emzirme



Sezaryen ameliyatı hafife alınmamalıdır.Asla yaşam tarzına bağlı bir seçim olmamalıdır.Sadece gerçekten tıbbi bir aciliyet durumunda uygulanmalıdır.Bebeğin, annesinin doğum kanalından geçerek dünyaya gelmesinin zihinsel,fiziksel ve ruhsal açıdan önemini anlatmak için zaten başlı başına bir kitap yazmak gerekir.



Birçok kadın,bebeği çıkarmak için yapılan bu büyük karın ameliyatının bebeklerin emme yetisini nasıl etkileyeceğinin farkında değildir.Farkında olanlar da genelde,bunun ameliyatın kendisinden kaynaklandığını sanır.



Bu da bir etken olmasına karşın,başarılı bir emzirmeyi başlatmak için en büyük engel anneye ağrı kesici olarak enjekte edilen morfindir.Bunun,annenin oksitosin salgılamasını ve süt üretmedeki doğal kabiliyetini çok büyük derecede etkilediğini gösteren birçok çalışma mevcuttur.Tabii ki tam olarak imkansız kılması diye bir şey söz konusu değildir,fakat bıçak altına yatmayı düşünen kadınların bunu göz önüne almaları gerekir.



Arz ve talebin bütün kuralları sezaryenle doğum yapan anneler için de geçerlidir. Pes etmeyin! Emzirmeyi başlatmak için kendinize güvenli bir liman yaratın.İlaçların etkisini vücudunuzdan atmak için bol bol su için.Morfinin atılmasına yardımcı olmak ve süt üretiminizi arttırmak için düzenli olarak ısırgan ve rezene çayı tüketin.



Doğumdan hemen sonra bebeğinizin göğsünüze verilmesini isteyin. Göz merhemlerine, K vitamini iğnesine, topuk kanı alınmasına, bebeğin yıkanması ve tartılmasına ihtiyaç yoktur. Bebeğinizin tek ihtiyacı sizsiniz. Mümkün olan en çabuk şekilde bebeğinizle ten teması kurmak ve emzirmeye başlamak sizin hakkınızdır.



Siz kendinizi iyi hissetmenize rağmen, bebeğiniz büyük bir şok yaşıyor olabilir. Sizden plasenta aracılığıyla aldığı ilaçların etkisiyle uyuşmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Sezaryenle dünyaya gelen bir bebek, gelmesi gerektiği gibi gelmemiştir. Vücudu biyolojik olarak ‘beklediği’ şeyleri yapamamıştır. Doğum sonrası emzirmenin geciktirilmesi de bebeği olumsuz etkiler.



Sıcak, rahat, karanlık, küçük dünyasından; haber verilmeden yüksek seslerin,sert ışıkların,kaba ellerin,yabancıların olduğu bir dünyaya çekilmiştir.Bu yeni doğan bir bebek için son derece şok edicidir.O,bütün bunları sevgiden ziyade korkuyla yorumlayıp;yeni dünyaya alışmaya çalışacaktır.



Nazik olun, düşünceli olun ve bebeğinizin isteklerini her şeyin önünde tutun. Eğer siz fiziksel olarak bebeğinizi tutamayacak durumdaysanız,ten temasını eşinizin,annenizin veya en yakın arkadaşınızın sağladığından emin olun.

5 Aralık 2010 Pazar

Babies

Aylardır izlemek istiyordum 'Babies'i. Ekim ayında vizyona gireceği söyleniyordu,girmedi.İnternetten indirmeye çalıştık,olmadı.Amazon'dan kitap ve film siparişi verdim,onu unuttum.

Geçen gün Yasemin link vermiş blogunda.Görünce inanamadım!Nasıl sevindim anlatamam.

Çok güzel bir belgesel.İnsana, halihazırda yaptığı anne babalığı sorgulatan cinsten.

İzlemek için buraya tıklayınız.

İyi seyirler!

3 Aralık 2010 Cuma

Sezaryen



Suda doğum ve ev doğumu alanında devrim niteliğinde uygulamalar yapan hümanist doktor Prof.Michel Odent'in,her anne adayının mutlaka okuması gereken bir kitabı ''Sezaryen''.


''Yumurtadan çıkan yavru kuşlar,yumurtadan çıkabilmek için önce kendilerine ufacık bir delik açıyor.Sonra o minik delikten sıkışa sıkışa sürtünerek çıkmaya çalışıyor.Eğer kuşun yumurtadan daha kolay çıkması için ona 'yardım ederek' deliği büyütürseniz,kuş kanatlarını geliştiremeden dünyaya geliyor.Ve uçamıyor.Sürtünme ve zorluk kuşa kanatlarını kazandırıyor.



Bebeğin kendisinin doğmaya hazır olduğu zamandan önce doktora/anneye uygun tarihte suni sancı ile başlatılan doğumun da bedelleri var:Çocuğun bir boyutta 'kanatlarının' oluşmasını engelliyor.Doğum kanalında bebek doğmak için zorlu bir yolculuk yaparken akciğerleri gelişimini tamamlıyor.Doğum sancıları,yani rahim spazmları çocuğun bedeni üzerinde basınç(masaj) yaptığı için gereklidir.Bu masaj,cildin bütününde sinir hücrelerini uyardığı için bebek açısından çok önemlidir.''



''...Epidural anestezi ve sezaryen ile doğum yapan hayvanların yavrularıyla hiçbir şekilde ilgilenmediğini biliyor musunuz?Anne ile yavru arasındaki içgüdüsel sevgi bağı kopuyor.


Bu,çok önemli bir bilgi.


İnsan annelerinin beyinlerinde hayvanlarda olmayan neokorteks,yani ön beyin olduğu için yavrularıyla sezaryenle de doğsa ilgileniyor ama yine de doğanın gerçeği şudur: İnsan da memeli bir hayvandır.Memeli hayvanlar ile ortak olan 'alt beyni'nin güdümünde olan yavrusunu sevme ve bağlanma 'kapasitesi' diğer memeli annelerle ortaktır.Yani annenin de bebeğin de 'içgüdüsel' sevme yetisinde azalma olması kaçınılmazdır.''


Doğum yapan bir kadının neokorteksini uyarmayın!


''-Dil,özellikle de rasyonel bir dil bu tür bir etkendir.Bu,örneğin,doğum görevlisinin başlıca niteliklerinden birinin fazla göze çarpmama,sessiz kalma ve özellikle de net yanıt gerektiren sorular sormaktan kaçınması gereğine işaret eder.Zor bir doğum geçiren ve 'başka bir gezegene gitmiş olan' bir kadın düşünün.Bağırmaya cesaret ediyor,başka türlü asla yapmayacağı şeyleri yapıyor,kendisine öğretilenleri ve kitaplarda okuduklarını unutmuş,zaman kavramını yitirmiş ve birden kendini en son ne zaman tuvalete çıktığını bilmek isteyen birine yanıt vermek zorunda kaldığı bir durumda buluyor!Basit görünse de,doğum görevlisinin olabildiğince sessiz kalması gerektiğini yeniden keşfetmek muhtemelen uzun zaman alacaktır.



-Parlak ışık,insan neokorteksini uyaran başka bir etkendir.Fizyolojik açıdan bakıldığında bu,loş ışığın genel olarak doğum sürecini kolaylaştırması gerektiğini gösterir.Doğum yapan bir kadının 'başka bir gezegene' geçer geçmez,her türlü görsel uyarılmaya karşı kendisini koruyacak pozisyonlara yöneldiği fark edilebilir.Örneğin,dua ediyormuş gibi dört ayak üzerinde durabilir.Sırt ağrısını azaltmanın dışında,bu yaygın pozisyonun bebek stresinin temel nedenini azaltmak(omurgada uzanan büyük kan damarlarının baskısı olmaz) ve bebeğin vücudunun rotasyonunu kolaylaştırmak gibi birçok olumlu etkisi vardır.



-Gözlemlenme hissi,neokorteks uyarılmasının başka bir türüdür.Aslında gözlemlendiğimizi bildiğimizde her birimiz kendimizi farklı hissederiz.Neokorteksi bizim kadar gelişmemiş olan tüm diğer memelilerin mahremiyet içinde doğum yapma stratejilerinin olması aslında ironiktir.Mahremiyetin önemi,örneğin doğum yapan bir kadının karşısında durup onu izleyen ebe ile bir köşede oturan diğer ebenin tutumu arasında bir fark olduğuna işaret eder.Video kamera veya elektronik fetal monitörü gibi gözlemlenmenin bir yolu olarak algılanabilecek her türlü cihazı kullanmak konusunda gönülsüz olmamız gerektiği ortaya çıkar.



-Adrenalin ailesindeki hormonların salgılanmasını tetikleyebilecek herhangi bir durum,neokorteksi uyarma ve bunun sonucunda da doğum sürecini yavaşlatma eğilimindedir.Olası bir tehlike anında memelilerin uyanık ve dikkatli olması gerekir.Bu da doğum yapan bir kadının öncelikle kendini güvende hissetmeye ihtiyaç duyduğu anlamına gelir.Ebe aslında bir anne figürüdür.Anne,gözlemlendiğini ve yargılandığını hissettirmeden yanında güvende hissedilen kişi prototipidir.''


İnsanoğlu unuttuğu bunca şeyi yeniden hatırlayabilse,kendine hatırlatabilse,öğretilenleri ve korkularını bir kenara bırakarak kelimenin tam anlamıyla 'bir hayvan gibi' doğurmaya çalışabilse...

Doğum mucizesinin farkına varabilse...


Her şey daha kolay ve güzel olmaz mıydı?

1 Aralık 2010 Çarşamba

Kayıt

''Sezaryen bir doğum şeklidir.Hem benim hem çocuğum için daha sağlıklıdır.Hem nasıl dünyaya geldiğimizin o kadar da bir önemi yoktur.''

''En iyisi yeni doğan sünnetidir.Hem canı acımıyor,hem ilerde hatırlamayacak.''

''Ağlasın.Susar.İlerde hatırlamayacak nasıl olsa bu ağlamalarını.''

''En katısından da olsa uyku eğitimi verilmelidir bir çocuğa.Hem onun iyiliği için yapıyorum bunu.''

''Bu kadar emmesi bana göre yeterli.Hem onun iyiliği için kesiyorum memeden,nasıl olsa hatırlamayacak,bu olay ne kadar travmatik olursa olsun.''

''Anneannesi/babaannesi benim yokluğumu aratmaz nasıl olsa.Benim kadar iyi bakarlar.Sık sık bırakıp kendime vakit ayırmam onun için de iyi oluyor hem.''


Ve bunun gibi nice şey...

Hepsi yalan...

Hepsi içimizde bir yerlerde kayıtlı...

Kayıtlarımızla yaşıyoruz,kayıtlarımızdan oluşuyoruz.

Hayatta hiçbir şey bu kadar yüzeysel değil.

Tercihlerimiz olabilir,kabul...

Ama yeter ki kendimizi kandırmayalım.

28 Kasım 2010 Pazar

Emzik vermek ya da vermemek




Ali son aylarda emziğe anne memesinden daha bir düşkün oldu.Emerken bile gözü emzikte,birden emmeyi bırakıp,kalkıp emziğe atılıyor.Daha uzunca bir süre emzirmek istediğim için bu olay canımı sıkmaya başladı.

Zaten hiçbir zaman çok meme düşkünü olmadı bizimki.Hayır,emzirmeyi bırakmak isteyen annelerin bebekleri düşkün olur,bırakmak istemez;bizde de tam tersi ben ne kadar meraklıysam uzun emzirmeye o da o kadar emziği memeye tercih eder durumda.



'Keşke baştan hiç alıştırmasaydım.' diye düşünür oldum şimdi.Çünkü o istemediği,ağzına verdikçe attığı halde biz parmağımızla atmasın diye ağzında tuta tuta alıştırdık.İlk 10 gün falan vermemiştim,emmeyi öğrenebilmesi için ama sonra biraz da 'Ver bak,sen de rahat edersin,çocuk da rahat eder.','Emzik almazsa parmağını emer,battaniyesini emer,illa ki emecek bir şey bulur.' gibi çevre dolduruşuyla dediğim gibi biraz zorlayarak da olsa alıştırdık.Rahat etmesine ettim evet,özellikle uykuya geçişlerde.Gerçi uyurken de emziğini düşürdüğü için defalarca uyanarak bunu bir rahatlık olmaktan çıkartıyor(du) ya neyse.Hatta çocuğu emzik almayan diğer anneler hep gıptayla bakarlar emzikli çocuklara, 'Ne güzel,alıştırmışsınız.' diye ama bilemiyorum işte,içimden bir ses 'keşke' diyor yine de...



'Emziği çocuk icat etmiştir.' diyordu Prof.Dr. Sabiha Paktuna Keskin dinlediğim bir tv programında,verilmesinin kötü bir yanı olmadığını vurgulamak adına.Evet ilk 18 ay çocukların oral dönemi.İster anne memesiyle,ister emzikle,ister biberonla ama mutlaka emme güdüsünün doyurulması gerekiyor.Eskiden emzik olmadığı için tülbentin içine lokum koyup verirlermiş bebeklere emzik niyetine;anneleriniz,anneanneleriniz bilir.



Belki çalışan anneler ve dolayısıyla onların bebekleri için daha elzem bir şey ama ben zaten çalışmıyorum.İstediği her an memelerimi sunabilirdim,bundan hiç de rahatsız olmazdım,hatta birçok annenin kabusu(!) olan çocuğun memede uyumaya alışması benim en büyük isteğim(di).



Kellymom'a göz attım bir de,kabaca özetlemeye çalışacak olursam:



Emzik vermeden önce neleri göz önünde bulundurmalıyız?


  • Emziği asla emzirme yerine veya iki emzirme arasını uzun tutma amacıyla vermeyiniz.

  • Emzik kullanan çocukların emzik kullanmayanlara göre anne memesini daha çabuk bıraktıklarına ilişkin çalışmalar bulunmaktadır.Katı gıdaya geçtikten sonra,emme güdülerini meme dışındaki bir şeyle doyurmaya eğilim gösterirler.

  • Emzik kullanan çocukların ağzında -anne memesine de bulaştırabileceği- pamukçuk oluşması daha sık görülür.

  • Emzik kullanımıyla kulak enfeksiyonun artması arasında doğru orantı olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır.

  • Emziğin ucu koparak ya da bağlı olduğu ip çocuğun boynuna dolanarak boğulmaya sebebiyet verebilir.(Yok denecek kadar az bir ihtimali olsa da.)Ayrıca lateks alerjisi vakaları da artmaktadır.Bu nedenle silikon emziği latekse tercih etmenizde fayda vardır.

  • Uzun süreli emzik kullanımı dişlerde dizilim bozukluğuna,yumuşak damak ve konuşma sorunlarına yol açabilir.

  • Bebeğe emzik vermek,emzirme dönemi içinde annenin yumurtlama ve hamile kalma ihtimalini arttırır.Emzirme sıklığınıza ve diğer başka faktörlere bağlı olan 'verimli emzirme' ,doğumdan sonraki ilk 6 ayda % 98,sonraki 6 ayda ise % 94 etkili olan bir doğum kontrol yöntemidir.

'Emzik vermeyi düşünüyorsanız bile bebeğin anne memesinden emmeyi öğrenebilmesi için en azından ilk 3-4 hafta içinde vermeyiniz.' diyor yazının en başında da.


Bir de Osho Çocuk'tan biraz genişçe bir bölüm alıntılayarak kapatmak istiyorum konuyu:


Bedeni dinle.Bedeni izle.Hiçbir şekilde asla,asla bedene hükmetmeye çalışma.Beden senin temelindir.Bir kez bedenini anlamaya başladığında,mutsuzluklarının yüzde doksan dokuzu basitçe kaybolacak.Ancak sen dinlemiyorsun.


Çocukluğumuzdan itibaren bedenimizden uzaklaştırıldık,bedenden ayrı tutulduk.Çocuk ağlıyor,çocuk aç ve anne ise saate bakıyor.O çocuğa bakmıyor.Eğer çocuğa yiyecek tam şimdi verilmezse,onu bedeninden ayırmış olursun.Ona yiyecek vermek yerine emzik verirsin.Şimdi onu kandırıyorsun,ona ihanet ediyorsun.Ve sen sahte,plastik bir şey veriyorsun ve bedenin duyarlılığını yok ediyor ve kesintiye uğratmaya çalışıyorsun.Bedenin bilgeliğinin konuşmasına izin verilmiyor ve zihin araya giriyor.


Çocuk emzik tarafından pasifleştirilir,uykuya dalar.Şimdi saat,üç saatin geçtiğini ve çocuğa süt vermen gerektiğini söyler.Şimdi çocuk derin bir uyku uyuyor,şimdi onun bedeni uyuyor;onu uyandırırsın,yine onun ritmini yok ediyorsun.Yavaş yavaş onun tüm varlığını bozarsın.Bedeniyle tüm ilişkisini kaybettiği bir an gelir.Bedeninin ne istediğini bilmez;beden yemek istiyor mu istemiyor mu bilmez;beden sevişmek istiyor mu istemiyor mu bilmez.Her şey dışarıdaki bir şey tarafından manipüle edilir.''

22 Kasım 2010 Pazartesi

Üç soru




Bir bebek sahibi olduğunuzda doktorunuza sormamanız gereken üç soru vardır.


Burada bir parantez açıyorum.Bence aslında bir hastalık durumu dışında doktora sorulması gereken bir soru hemen hemen yok gibidir.Ne hamileliğim boyunca doktoruma, ne de Ali doğduğundan beri çocuk doktorumuza tek bir soru dahi sormuşluğum yoktur.Eşim bu konuda şahidimdir.Gerçi geçen yazımda belirttiğim gibi keşke gebeliğimin en başında doktorun tavrını ve tarzını anlamak adına onu bir doğal doğum sınavına çekseydim evet,ama bunun dışında 'Ne yemeliyim?Ne içmeliyim?Şuraya gitmeli miyim?' tadında/tarzında sorularım hiç olmadı.Bunu asla övünmek ya da 'Haha!Bakın ben ne kadar akıllıyım,her sorunun cevabını biliyorum.' demek için değil,fakat doğumun ve çocuk yetiştirmenin aslında ne kadar doğal ve iç güdüsel olaylar olduğuna dikkat çekmek için söylüyorum.


Bazen çevremde bana oldukça tuhaf gelen şeyler duyuyorum.Mesela bebeği olan bir tanıdığım doktora 'Yanında klima açabilir miyiz?' diye soruyor?!Böyle bir soru sorarken doktordan nasıl bir yanıt duymak isteniyor,merak ediyorum doğrusu.Doktor 'Zinhar!Klimayı asla açmayın!' dese, cehennem gibi sıcakta çocuğu pişirecekler mi?Ya da 'Açın açın,bir şey olmaz.' dese sonuna kadar açıp donduracaklar mı?Bunun ortası doktora sorulmadan bulunamaz mı acaba,gerçekten anlayamıyorum.Yahut,çocuğun hangi ayda hangi oyuncaklarla oynaması gerektiğini doktorun mu söylemesi lazım?Çocuğu gözlemleyerek sonuca varılacak bu kadar basit bir olayı bile doktorun ağzından duymak istemek niye?

Günümüz insanı en çok kendisiyle ilgilenilsin,kendine ait en ufak bir olay bile büyütülsün,en doğal olayların bile olumsuzlukları vurgulansın istiyor galiba.Gebe bir kadın düşünün mesela,doktor gebeliğini ne kadar abartırsa,önüne ne kadar çok yasak listesi koyarsa,risklerden ne kadar çok bahsederse o kadar iyi ve kıymet verilen doktor oluyor.Rahat,olayı normal karşılayan doktorlar istenmiyor,tercih edilmiyor.Çocuk doktoru seçiminde de aynı şey;doktor ne kadar çok yorum yaparsa,aman ona dikkat edin, aman şöyle yapın,aman bunları yedirin gibisinden, o kadar iyi doktor oluveriyor bir anda anne babanın gözünde.


Çocuk doktoru konusunda şimdilik, bu anlattığım sebeplerden şanslı olduğumuzu düşünüyorum.Daha ilk gidişimizde bana 'Annelik iç güdüsel bir olaydır.' dedi ve bence noktayı koydu.Takip eden aylar boyunca da dediğim gibi ne ben fazladan bir soru sordum ne de o fazladan bir yorum ve tavsiyede bulundu.


Ali'nin 1 yaş kontrolünde ölçüp tartıp,çocuğu gözlemledikten sonra demir ve vitamini verip vermediğimi sordu.'Vermiyorum.' dedim.'Ben de çocuklarıma vermemiştim.' dedi.Kendisinin de biri 11 yaşında iki oğlu var.Vermiyorum evet,çünkü beslenmesine son derece dikkat ediyorum,dışardan bir takviyeye ihtiyacı olmadığını düşünüyorum.1 yaş kontrolünde kan alınıp tam kan sayımı yapılması da ülkemizin bir rutinidir,onu da yaptırmak istemediğimi söylediğimde bana yine aynı cevabı verdi. 'Bir dahaki ay gelin,grip aşısını yapalım.' dedi,'Onu da istemiyorum.' dedim ve kendisinden yine aynı cevap! 'Ben kendi çocuklarımı devamlı gözlemlediğim için bunların hiçbirine gerek duymadım.Fakat buraya gelen çocukları devamlı görmediğimiz için,biz bunları önermek zorundayız.' dedi.'Ben de en az sizin kadar iyi gözlemliyorum çocuğumu,merak etmeyin.' dedim ve konu kapandı.Ben de parantezi kapatıyorum.



Evet,doktora sormamanız gereken üç soru vardır demiştim.Bunlar:


  1. Bebeğimle beraber ( aynı odada veya yatakta) uyumalı mıyım?

  2. Bebeğimi ne kadar sürede ve sıklıkta emzirmeliyim?

  3. Bırakayım ağlasın mı? (cry it out)

Doktorlar hastalıkların teşhis ve tedavisiyle ilgilenirler.Sizin çocuğunuzla kuracağınız ebeveynlik ilişkisiyle değil.


(Dr.Sears,The Baby Book'tan...)

21 Kasım 2010 Pazar

'Keşke'lerim ve 'iyi ki'lerim...




'Doğal doğuma doğru' Kuraldışı Yayınevi tarafından basılmış,içerisinde 20 annenin normal doğum hikayesinin yer aldığı bir kitap.İmrenerek hatta biraz kıskanarak okudum desem yalan olmaz bu hikayeleri.Ve tabii hayranlıkla...O annelerin bilgilerine,kararlılıklarına,kendine güvenlerine...

Kuzu kuzu doğum masasına yatmak yerine,dişi aslan kesilip de doğurmalarına...


Kendimi düşündüm sonra...Yaşadıklarımı,pişmanlıklarımı...


'Keşke'lerim var evet,hem de çok.Ama bu 'keşke'ler aynı zamanda -eğer olursa- ikinci doğumumun 'plan'ları.Bunları keşke ilk doğumumda da bilseydim,pişmanlığım ağır bu yüzden...

Gel gelelim bugüne...



Şimdiki aklım olsaydı:

  • Hamilelik sürecim boyunca 'Bu hafta parmakları oluşmuş,bu hafta gözlerini kırpabiliyormuş.' gibi gereksiz bilgileri okuyup boşa vakit geçireceğime,doğal doğum hakkında okur,bilgilenir,ilgili gruplara üye olur,doğumun aslında 'ne' olduğunu ve nasıl olması gerektiğini öğrenirdim.Öyle 'normal doğuracağım ben' demekle olmuyormuş bu işler.Okumak,bilgilenmek,doğuma hazırlanmak gerekiyormuş.

  • Daha ilk görüşmede doktorun doğal doğuma nasıl baktığını anlamaya çalışır,sorular hazırlayıp yöneltir,içime sinmeyen en ufak bir lafı,bir hareketi hatta yüz ifadesi olsa bile doktor değiştirirdim.Ve bunu 'doğru' doktoru buluncaya kadar bıkıp usanmadan yapardım.

  • Her ay kontrole gitmez,ultrasona girmezdim.Sadece 12.hafta bitiminde bir kez ultrasona 'evet' derdim.Veya tüm gebelik süresince en fazla iki kez.

  • İkili ya da üçlü test yaptırmazdım.Neden?Birincisi ben risk grubunda değilim.İkincisi,zaten o testin sonucu o çocuğu dünyaya getirip getirmeme kararımı etkilemez.

  • Cinsiyetini öğrenmezdim.

  • Öyle evde DVD eşliğinde kendi kendime değil,profesyonel bir hoca eşliğinde gebeliğim süresince yoga yapardım.

  • Bir doğal doğum kursuna katılır,nefes egzersizlerini öğrenirdim.

  • Kendime frekansımın tuttuğu bir 'doula' bulurdum.

  • Doğum planı yapardım.Bunu doktoruma ve doğum yapacağım hastaneye kabul ettirirdim.

  • Evde doğum konusunda bilgilenip ve bilinçlenip ya evde doula ve doktor eşliğinde doğurmayı seçer ya da son ana kadar sancılarımı evde tamamlayıp doğumun ikinci evresinde hastaneye giderdim.

  • Hastaneye gitsem bile ezbere uygulanan lavman,suni sancı,damar yolu açılması,epizyotomi,yatarak doğurmaya zorlanma gibi hiçbir rutine -mutlaka gerekli olmadıkça- eyvallah demez,kendi doğumumu kendim yönetirdim.

  • İç sesimi çok iyi dinler,sezgilerime güvenirdim.

  • Bebeğe doğumdan hemen sonra yapılan Hepatit B ve K vitamini aşısını yaptırmazdım.(Şansımıza Hep.B.'yi yapmayı unutmuşlar.K vitamini ise iğne yerine ağızdan damla şeklinde de uygulanabiliyor.Gerçi onu da verdirmezdim.Doğar doğmaz K vitamini ihtiyacı olsaydı bir bebeğin,doğa bunu zaten sağlardı diye düşünüyorum.)

  • Lotus doğumu düşünür,büyük ihtimalle de uygulardım.(Lotus doğumu bebek doğduktan sonra göbek bağının kesilmemesi;plasentanın, çıktıktan sonra bebeğin yanında muhafaza edilmesi demek.Göbek,3-8 gün arasında kendiliğinden kuruyarak düşüyor.Bu gerçekleşene kadar plasentayı bir bezin içinde bebeğin yanında tutuyorsunuz.Geniş bir vaktim olursa bu konuyla ilgili biraz çeviri yaparak buraya yazmak istiyorum tekrar.Türkçe kaynak pek yok bu konuda ama ilginizi çektiyse 'Lotus birth' olarak google'da aratabilirsiniz.)

  • Doğumun ertesi günü fotoğraf çektirme uğruna,el kadar bebeği aile büyükleri arasında bile olsa,elden ele dolaştırıp yormazdım.

Bütün bunların yanında 'iyi ki' dediklerim yok mu?Elbette var.Kendimce doğru bulup uygulamaya koyduğum önemli maddelerim de şunlar:

  • İyi ki emzirmeyi önemsedim ve hala çok önemsiyorum.

  • İyi ki odasını ayırmadım,hala beraber yatıyoruz.

  • İyi ki kucak bebeği yaptım,iyi ki kucağa alıştırdım(!)

  • İyi ki sünnet ettirmedim.

İyi ki en azından bu konularda iç sesimi,kalbimin sesini,bebeğimin sesini dinlemeyi becerebildim.İyi ki kimsenin dolduruşuna,her kafadan çıkan seslerin gazına gelmedim.Doğum konusunda en okkalı küfürü kendime savurduğum,kendi suratıma Osmanlı tokadını defalarca yapıştırdığım gibi, konu bunlar olunca da da sırtımı sıvazlamayı biliyorum,'Aferin kızım!' diyorum kendi kendime...

12 Kasım 2010 Cuma

Sünnetsiz çocukla ilgili temel birkaç bilgi



(Sünnetsiz

Geri çekmeyin

Sadece görüneni temizleyin)



Peaceful Parenting’den bir makalenin bir kısmını paylaşmak istiyorum . Yazının orijinal hali burada.


''Genital organlar kızlarda ve erkeklerde doğumda tam anlamıyla gelişmemiştir. Evet, bütün parçalar ordadır fakat o parçalar seksüel olarak tamamlanmamıştır. Kızlar ve erkekler alttaki cinsel organla kaynaşmış bir üst deriyle doğarlar. Kızlarda bu klitorisle kaynaşmıştır, erkeklerde ise penis başıyla. Cinsel organlar yaşla ve seksüel olgunlukla açılan bir gül gibidir. Bir kızın ya da erkeğin üst derisini geri çekmek için asla bir müdahale olmamalıdır. Genelde biz zaten bunu kızlarda denemeyiz ama çoğu insan, bir erkeğin de üst derisini rahat bırakmanın önemini anlayamaz. Üst deriyi geri çekmek yırtılmaya, kanamaya, enfeksiyona ve daha ciddi komplikasyonlara sebep olabilir.




Üst deri altta yatan cinsel organı idrardan, dışkıdan ve diğer patojenlerden korumak için cinsel organa yapışık durumdadır. Kızlarda doktorun üst deriyi geri çekmesi ile ilgili endişe duymazsınız fakat erkek çocuklarında bu gerçek bir tehlikedir. Hastanede yeni doğan bebeğinizden ayrılmayın. Eğer muayene için yanınızdan ayıracaklarsa ailenizden birini beraberinde gönderin. Üst derinin hiçbir şekilde manipüle edilmemesi gerektiğini açıkça belirtin. Doktorunuza bunu, kendisi bebeğin bezini değiştirmeden söyleyin.




Gereksiz gibi görünebilir, fakat doktorların ‘altta yatanı’ görmek için genel bir merakı vardır. Doktorunuzun oğlunuzun üst derisini manipüle etmesi için herhangi bir sebebi ve orada görecek hiçbir şeyi yoktur.




Çocukluk ve ergenlik boyunca oğlunuz üst derinin penis başından ayrıldığı normal bir ayrılma süreci içine girecektir. ‘’Ayrılma’’ her çocuk için farklıdır ve farklı yaşlarda meydana gelir. Bu zaman zarfında biraz rahatsızlık hissi, kaşınma, batma, biraz kızarıklık, biraz şişme vb. görülebilir. Bunların hepsi normaldir ve kendiliğinden çözülür.



Oğullarının irite olmuş, kızarık, hafifçe şişmiş penisiyle ilgili endişelenen birçok aileyle karşılaştım. Bu şikayetlerin %97’si ‘normal ayrılma’nın meydana gelmesi sonucudur. Bazı erkek çocukları bunların hiçbirini tecrübe etmezler ama çoğu çocuk bu belirtilerden birini, özellikle 2-5 yaş arasında cinsel organlarını elleriyle keşfetmeye başlamalarıyla , yaşar. Artarak kötüye gitmediği, aşırı derecede şişmediği, çocuğun ateşinin çıkmadığı durumlar hariç endişe edilecek bir şey yoktur(bakteriyel enfeksiyonlar çok nadir görülür ve genellikle üst derinin zorlamayla geri çekilmesi veya penise alınan bir yara sonucu meydana gelir). Normal ayrılmanın belirtileri , genellikle 48 saat içinde kendiliğinden çözülür. Doktorların sünnetsiz çocuğun gelişimiyle ilgili çok az şey bildikleri göz önüne alınırsa, beklemek ve kendiliğinden iyileşmesine izin vermek akıllıcadır. Siz de oğlunuza belki ''özel'' iyle ilgili daha nazik olması gerektiğini hatırlatmak istersiniz.


Eğer oğlunuz üst derinin penis başından ayrılmasını erken bir yaşta tecrübe ederse, bu kısımların kırmızı ve nemli olduğunu fark edersiniz. Bu NORMALDİR. Sünnetli bir çocuktan farklı olarak sünnetsiz bir çocuğun penis başı bir “iç” organdır. Üst deri penis başını koruduğu için ona kırmızı bir görünüm veren kan akışı yüzeye çok yakındır. Üst deri çok damarsal bir bölgedir (dudaklar gibi) ve bu da ona daha kırmızı bir görünüm verir.''

Sünnet konusuna daha önce de değinmiştim . Bundan sonra da değineceğim.Çocuğunuzu dini inanç dışında bir sebeple sünnet ettirmek istiyorsanız bir kere daha düşünün derim.Hele ki yeni doğan sünneti düşünüyorsanız,ona böyle bir ‘dünyaya hoş geldin’ travması yaşatmaya hakkınız olup olmadığını bin kere daha düşünün derim.

Biraz sert bir ifade olacak belki ama; ben temeli cinselliğin pis,ayıp,günah gibi görüldüğü toplumlara dayanan bu ilkel ve vahşi geleneğin tüm kalbimle ve aklımla karşısındayım.

Emin olun siz de sünnet hakkında ne kadar çok şey bilirseniz, sünnetten o kadar korkarsınız!

11 Kasım 2010 Perşembe

Bitkisel protein ile dengeli beslenme


Senelerdir evimizde olan bir kitaptan bahsederek başlamak istiyorum önce. Dr. Mehmet Göbelez’in ‘Gıdalarımız ve Sağlığımız’ isimli kitabı. Bileniniz, hatırlayanınız var mı acaba? En son baskısı 1986’da yapılmış. Bu evimizin kara kaplı kitabıydı bir nevi. Tüm gıdaların sağlık açısından izahlarını içeriyordu.Herhangi bir şey yerken babam ‘Aç bakalım oku,neymiş faydaları öğrenelim.’ derdi.Satır satır ezberledim desem yalan olmaz böyle okuya okuya.Şimdi bile
yiyeceklerin ve bitkilerin faydalarıyla ilgili kitapları okurken
bu kitaptan birebir alıntılar yapıldığını görüyorum.


Şimdilerde benim için en az bu kitap kadar kıymetli bir kitabım daha oldu. Müheyya İzer’in ‘Bitkisel Protein ile dengeli beslenme’ isimli kitabı. Bu da 1983 basımı. Elimden düşüremiyorum. Keyiften gebererek okudum amiyane tabirle.Temelde benzer olmakla beraber bu kitapta bir de bahsedilen yiyeceğin ardından o yiyecekle ilgili tarifler var.Artık piyasada bulunmayan bir kitap,ben gittigidiyor’dan aldım,stokta iki tane görünüyordu,kalmış mıdır bilmem?İsteyenlere kısa sürede okuyup geri vermek şartıyla gönderebilirim.

Şimdiki kadar bilgi kirliliğinin olmadığı zamanlarda yazıldıkları için bu tip eski kitaplarda var olan bilgileri çok önemsiyorum. Bilgece beslenme öğütlerine çok kıymet veriyorum.

Geçenlerde kefirle ilgili bir yazı yazmıştım. Ama bu maya nasıl meydana geliyor, nedir kaynağı diye düşünmemiştim. Kitapta karşıma çıktı,işte böyle elde ediliyormuş:

'Kefir Kafkasya’da keçi sütünden yapılır. Keçi sütü dana veya koyunun mide parçalarıyla birlikte bir tuluma konur. Süt pıhtılaşınca ayran gibi içilir. Tuluma tekrar süt konur ve pıhtılaştıkça içmeye devam edilir. Birkaç hafta sonra tulumun iç çeperinde sarımtırak,süngerimsi bir tabaka oluştuğu görülür.Karnabaharı andıran bu küçük,eğri büğrü,süngersi tohumlar kefirin mayasıdır.'
Vay be!Eski insanların zekasına hayran olmamak elde değil.Nereden aklına gelir ki bir insanın böyle bir şeyi denemek,keşfetmek?Ne bileyim,bir sirke yapmak,yiyecekleri kurutarak saklamak,buğdayı öğüterek bulgur elde etmek mesela ya da yoğurt yapmak?Bütün bunlara hakikaten çok şaşırıyorum!’İnsan nesli benim gibi kafasızlarla yola çıksaydı zaten bugünlere gelemez,açlıktan bir köşede ölüp gidenlerle dolu olurdu.’ diye düşünmeden edemiyorum.

Günümüz insanı ise gıda konusunda, hayvan bitki demeden önüne gelen her şeyi ilaçlayıp; türlü hileleri, genetiği değiştirilmiş organizmaları her şeyin içine katarak göz boyayan paketlerle kendi soyunu kandırıp zehirlemeyi beceriyor sadece!

9 Kasım 2010 Salı

Super baby food


Yanda kapak resmini gördüğünüz Super Baby Food kitabı son zamanlarda Amerika’da bebek ve çocuk beslenmesiyle ilgili en çok satan kitap.

Bebeğin katı gıdayla ilk tanışmasından başlıyor ve üç yaşına kadar olan sürede beslenmesinde nelere dikkat etmeniz gerektiğinin altını çiziyor.

Bebeğinizi ilk hangi gıdalarla tanıştırmalısınız?Gıda alerjileri,aylara göre beslenme önerileri,her besin grubuna ayrıntılı eğilme ve 350’nin üzerinde sağlıklı,besleyici tarif var içinde.

Yazarı Ruth Yaron çocuklarının beslenmesini son derece önemseyen bir anne.Hatta bu konuyu o kadar önemsiyor ve gıda konusunda o kadar bilinçli ki,13 sene önce dünyaya dokuz buçuk hafta erken ve hasta gelen ikizleri o günden sonra bir daha hiç hasta olmuyorlar,hiç!

Bu konuda ben de benzer düşünüyorum.Hiçbir çocuk hatta hiçbir insan sadece üşütmekle hasta olmaz ya da herhangi bir virüs kapmakla.Bağışıklığın düşük olduğu zamanlarda hastalanıyoruz,bağışıklığımızın düşük olması da gıdalarımız,uykumuz ve ruhsal durumumuzla alakalı.Çocuklarda –çocuğun çok huzursuz ve mutsuz bir ortamda yetişmediğini varsayarsak-ruhsal durum çok belirleyici bir etken olmadığından öncelikle gıdasını gözden geçirmek gerektiğini düşünüyorum.

Kitapta tam tahıllara,yemişlere,sebze-meyveye,yoğurt ve yumurtaya geniş yer ayrılıyor.Etin çocuk beslenmesinde yeri olmadığını söylüyor yazar ve hatta etsiz bir diyetin; süt,süt ürünleri ve yumurtanın düzenli tüketilmesi şartıyla,(yani lakto-ovo vejetaryen bir diyetin) çocuğun sağlığı için daha iyi olduğunu savunuyor.

Buna da katılıyorum.Artık antibiyotikli ve büyüme hormonlu danaları ve tavukları ailemden,evimden uzak tutuyorum.Buna ne zamandır oldukça dikkat ediyorum,bu kitapla alakası yok.Fakat Marmara’dan çıkmadığı sürece balık hala masumiyetini koruyor benim için.Balık etini kendimce ayrı tutuyorum.

Et ,gerek yetişkinler gerekse çocuklar için sindirimi zor,ağır bir besin.Özellikle çocuk hastayken kesinlikle uzak durmak gerek.Burada yeri gelmişken şunu vurgulamak istiyorum:

Doğadaki bütün canlılar hasta olduklarında yemeyi reddederler.Buna insanoğlu da dahil tabii.Çünkü vücut sindirime harcayacağı enerjiyi iyileşmek için harcamak ister.Bu,doğanın hastalığı tedavi etme,sağlığı tekrar kazanma yöntemidir.Bu sayede hipofiz bezinden salgılanan ve kana salınan büyüme hormonu tetiklenir ve bu hormon tüm vücudu dolaşarak hasarlı dokuları onarır,hayati fonksiyonları canlandırır.Yunanlı yazar Plutarkhos’un söylediği gibi:’’İlaç yerine bir gün oruç tutun.’’

Dolayısıyla ne kendinizi,ne çocuğunuzu, ne çevrenizdekileri hasta olduklarında yemeye zorlamayın.’’Aaa!Yemen lazım,bak yemezsen iyileşemezsin!’’ gibi safsataları bir kenara bırakın.İç sesinizi,vücudunuzun sesini dinleyin;çevrenizdekilerin de kendi seslerini dinlemesine izin verin.İyilik yapacağım derken tam tersine kötülük yapmayın.

Bundan sonraki yazımda bahsedeceğim kitapta olduğu gibi bu kitapta da da yulaf unu ve akdarıya özellikle vurgu yapılmış.Bu ikisi özellikle kış günlerinde çocuklar için çok önemli ve faydalı.Akdarı protein yönünden ete eşittir.250 gr. pişmemiş akdarıda 22.6 gr protein vardır.Sindirimi kolay olan ve bedende asidite yaratmayan bu tahıl alerjik insanların da başlıca besinidir.Fosfordan,demirden ve A vitamininden yana zengindir.

Soğuk ülkelerin tahılı olan yulaf ise besler ve enerji verir.İçinde bol miktarda yağ bulunduğundan kış tahılıdır ve insanı soğuğa karşı korur.İskoçyalılar efsanevi fiziksel güçlerini ‘’porridge’’dan alırlar,yani yulaf ezmesinden.Bu kitapta da sık sık ‘super porridge’ tarifinden bahsediliyor.Bunu yulaf ezmesi ya da unu kullanarak hazırlayabileceğiniz gibi,akdarı ya da esmer pirinçten de hazırlayabilirsiniz.

Bir dahaki yazımda bahsedeceğim ‘Bitkisel protein ile dengeli beslenme’ kitabından bir tarifi paylaşmak istiyorum yeri gelmişken,hem kendiniz hem çocuklarınız için güzel bir kahvaltı seçeneği:

1 çorba kaşığı yulaf ezmesi
3 çorba kaşığı su
1 çorba kaşığı yoğurt
1 çorba kaşığı limon suyu
1 tatlı kaşığı bal
1 elma
Çekilmiş ceviz ya da badem
İsteğe göre tarçın

Yulaf ezmesini geceden ıslatıyoruz.Sabah elmayı rendeleyip,renginin kararmaması için limonla karıştırıyoruz.Geri kalan malzemeyi bir araya getirip,afiyetle yiyoruz.Elma yerine şeftali,erik,muz,dut,kiraz gibi taze meyveler de kullanabilirsiniz.

Yulafı daha çok kışın tercih ettiğimizden,bu kahvaltıyı yazın taze buğdaydan,hatta suda pişmiş aşurelik buğdaydan da hazırlayabiliriz.

Tahıl demişken aklıma geldi.Eğer çocuğunuzun balgam problemi varsa sütü ve tahılı kesmenizi öneririm.Süt ve tahıl vücutta balgam yaratır.Dolayısıyla böyle bir problemde öncelikle beslenmeyi gözden geçirip,sütü ve tahılı keserek meyve sebzeye ve bol suya öncelik vermek, hemen balgam söktürücü ilaç kullanmaktan iyi sonuç verir.

Bazılarınız gıda konusunu abarttığımı düşünebilirsiniz.Olabilir.Ama bence ne yazık ki 'abartmamız' gereken bir zamanda yaşıyoruz.Bir markete girin ve şöyle bir raflara bakın bakalım,asıl kim abartıyor???

8 Kasım 2010 Pazartesi

Çiftlikten ilk izlenimler

Geçen haftaki yazımda bahsetmiştim İpek Hanım Çiftliği'den.

İlk kolimiz geldi.Açtık,bir taraftan da bilgisayara kaydettiğimiz excel dosyasından kontrol ediyoruz siparişleri.Allah Allaaaaah!O yok,bu yok!Nerdeyse 30 kalemlik listeden,çıka çıka 10 kalem anca çıktı.Hayal kırıklığına uğradım tabii.Gerçi sitesinde çok profesyonel bir ekiple çalışmadığından bahsediyordu ama ''Bu kadar da olmaz!'' dedim.

On dakika sonra kapı çaldı.Kargo şirketi sağolsun ikinci koliyi bırakmayı unutmuş! :) Derin bir ohh çektim.Eksik olanlar tamamlanmış oldu böylece,sadece tatlı lor çıkmadı.Ama bu küçük eksik hoşuma bile gitti.

İnsan emeğine ait küçük hataları seviyorum ben.Fabrikasyon olmadığını bilmek hoşuma gidiyor,küçük hataları standardizasyona yeğliyorum.El halıları mesela;dokuyan genç kızın bir anlık dalgınlığıyla desende yaptığı yanlışlık,nasıl hoşuma gider...Nerde kaldı böyle duygu yüklü,insanın nerdeyse basmaya kıyamayacağı halılar;nerde şimdinin sentetik(dolayısıyla sağlıksız),hepsi birbirine benzeyen,uzun tüylü halıları?!Kendi evimde de bunlardan var maalesef,evlendiğimde zaten halihazırda var olduklarından değiştirmemiştim.Ama en kısa zamanda hepsinden kurtulmaktır amacım!

Her neyse konuyu nerden nereye getirdim.Gelen siparişlerimizle ilgili birkaç yorumumu aktarayım:

Yumurtalar,süt ve tereyağı enfes!

Kabak,patlıcan ve biber kurularını daha kullanmadım ama bayağı özenli kurutulmuşlar,gayet güzel.Armut kurusu da harika,çocuklar için özel diyordu,ben de Aliş yer diye aldım ama onun dört dişi için oldukça sert.Dolayısıyla bize kaldı.

Domates kurusu da çok çok güzeldi!

Biber ve domates salçası tam kıvamında,tadında.Kendim bu sene biber-domates karışık bir salça yapmıştım,Tijen İnaltong'un Mutfakta Zen blogundan edindiğim tarifle.Bir hafta kadar güneşte pişirdim.İlk denemem olduğu için malzeme miktarını biraz az tuttum.Anca orta boy bir kavanoz kadar çıktı.Ama güzel oldu.Fakat yetmeyeceği için biraz daha sipariş vermem gerekti işte.

Balın (çiçek balı) değişik bir aroması vardı,bayıldık.Bu hafta zeytin balı siparişi verdim.Bakalım nasıl bir şeymiş?

Tahini daha tatmadık.

Meyve ve sebzeler oldukça lezzetliydi.Salatalık bilhassa.

Uzun lafın kısası,belki pazara veya marketlere oranla birazcık fazla fiyatları,ama bütün bunları gönül rahatlığıyla yemek ve çocuğuma yedirmek paha biçilemez.



Ben şimdilik Pınar Hanım'a inanıyorum.

Daha doğrusu artık gıda konusunda birilerine inanmak istiyorum...

4 Kasım 2010 Perşembe

İki çocuk birden emzirme


Ben emmeyi çocuğun kendisinin bırakması taraftarıyım.Bunun böyle olması-nasıl ki bu doğumdan sonra kendiliğinden başlayan doğal bir eylemse bitişinin de yine kendiliğinden olması- gerektiğine inanıyorum.


Bu noktada, ikinci çocuğu yapmayı düşündüğümüzde 'tandem breastfeeding' tanımı devreye giriyor ister istemez.Türkçe'ye 'ikili emzirme' ya da 'iki çocuğu birden emzirme' olarak çevirebiliriz.

Bizim toplumumuzda hamileyken emzirmenin çocuğa zararlı olacağı düşünülür.Hem doğacak çocuğun yeterli beslenemeyeceği,hem de emen çocuğun hamilelikte değişen hormonlardan olumsuz etkileneceği varsayılır.Fakat,doğru ve yeterli beslenildiği takdirde ilk seçenek kolayca devre dışı bırakılabilir,ikincisinin ise bilimsel bir dayanağı yoktur.

Hamilelikte hormonların değişmesiyle süt miktarınız çok azalabilir,sütün tadının değişmesiyle çocuk emmeyi kendiliğinden bırabilir yahut sütünüz tamamen kesilebilir.Bu bünyenize bağlı,şans işi yani biraz.


Hamilelikte,sütün emen çocuğu zehirleyecek olduğu düşüncesi şundan ileri gelir:Biliyorsunuz gebeliğin ilerleyen dönemlerinde vücut gelecek olan bebek için kolostrum (ağız) adı verilen sütü salgılamaya başlar.Bu,bebek doğduğunda mekonyum adı verilen ilk dışkısını atmasına yardımcı olmak üzere laksatif etkiye sahip olan bir süttür.Bu süt,emmeye devam etmekte olan çocuk tarafından içildiğinde, geçici süreliğine bağırsakları çalıştırarak hafif ishale sebep olabilir.'Zehirlenme' diye tabir edilen basitçe budur işte.


Henüz kendim tecrübe etmediğim için zorluklarını ya da olumlu taraflarını yazamıyorum.Mutlaka kendine göre zorlukları ya da 'İyi ki emzirmeye devam etmişim!' dedirtecek yanları vardır,bilemiyorum.Fakat iki kardeşin el ele tutuşarak emmeleri gibi bir hayalim var,ne yalan söyleyeyim,hayali bile mutluluk veren...
Daha fazla bilgi için yukarıda kapak resmini gördüğünüz,La Leche League International tarafından yayınlanan 'Adventures in tandem nursing' kitabını tavsiye edebilirim.

1 Kasım 2010 Pazartesi

İpek Hanım Çiftliği


Uzun zamandır internette karşıma çıkıyordu İpek Hanım Çiftliği.Doğal beslenmeye,çocuklarını doğal beslemeye önem verenlerin bu çiftlikten alışveriş yaptıklarını okuyordum.Bir türlü zaman bulamamıştım kendim incelemeye ve sipariş vermeye.
Organik değil,ninelerimiz dedelerimiz usulü doğal tarım yapılan bir çiftlik burası.Sitesinde kendisi açıklıyor Pınar Hanım neden organik sertifikası almadığını.Ürünlerinde hiçbir zirai ilaç,kimyasal gübre kullanılmadığının altını çiziyor.



Dün akşam bu haftanın sipariş listesi geldi.Listeye baktıkça kendimden geçtim.Neler var neler!Meyve ve sebzelerin yanında kış için hazırladıkları kilerden de birçok ürün var.Sebze ve meyve dışında süzme bal,tahin,domates kurusu,domates tozu,birkaç kalıp doğal sabun,patlıcan ve kabak kurusu,tereyağı(anız yağı diye tabir edilen, yeni buzağılamış ineğin ilk ağız sütünden çocuklar için özel bir tereyağı),süt,peynir,armut kurusu ve nar ekşisi siparişi verdim.Cuma günü elimizde olmasını istedim,gelsin bir bakalım,düşüncelerimi yine yazarım.
Bunların dışında daha pek çok şey var.Ev yapımı gözlemeler,yufkalar,çeşit çeşit unlar,baharatlar,şifalı çaylar,salçalar vb...
Bu adresten girip bir bakın siz de.Bakalım hoşunuza gidecek mi?

31 Ekim 2010 Pazar

Meme vermek hayat vermektir...

Annelik tarzını çok beğendiğim,kendime yakın bulduğum sevgili Işıl'ın blogunda görüp dinledim bu şarkıyı ilk. Sizlerle de paylaşmak istedim.


Dar la teta es dar vida...To give breast is to give life...

Meme vermek hayat vermektir...



29 Ekim 2010 Cuma

İki reklam

İlkini ne kadar çok sevdiysem,ikincisinden de o kadar nefret ettim!






































26 Ekim 2010 Salı

Mmmm...Nefis bir levrek tarifi!

Bu akşam yaptığım ve ailecek bayılarak yediğimiz bir tarifi paylaşmak istiyorum:

Mantarlı ve kaşarlı levrek (3 kişilik)

Malzemeler:

2 adet deniz levreği (derisi ve kılçıkları çıkarılmış,iri kuşbaşı doğranmış)
1/2 çay bardağı zeytinyağı
1 paket mantar (350-400 gr.)
6-7 tane taze soğan ( beyaz kısımlarını doğruyoruz sadece)
2-3 domates
3-4 yeşil biber (isteğe bağlı,yoksa veya mevsimi değilse kullanmayabilirsiniz)
1/2 limon suyu
un
tuz
maydanoz
kaşar rendesi

Yapılışı:

Levrekleri unluyoruz,süzgece alıp fazla ununu silkeliyoruz.Zeytinyağını büyükçe bir tavada kızdırıp balıkları atıyoruz.10 dk kadar soteleyip,kenara alıyoruz.

Tavada yağ kalmadıysa biraz daha ekleyip doğradığımız mantarları suyunu çekene kadar kavuruyoruz.Doğradığımız biber ve soğanları atıp çevirmeye devam ediyoruz.Domates rendesini ekliyoruz,yarım limon suyunu da koyup,tuzunu ayarlıyoruz.10 dk kadar daha pişiriyoruz.Sonra kenara aldığımız balıkları da tavaya ekleyip hepsini beraber 3-4 kere harmanlıyoruz.

Bütün malzemeyi fırın tepsisine alıyoruz.Bu esnada gözünüze hiç suyu kalmamış gibi görünürse biraz sıcak su ekleyebilirsiniz.Üstüne ince doğranmış maydanoz ve bol kaşar rendesi serpip alüminyum folyo veya yağlı kağıtla kapatıyoruz.Önceden ısıtılmış fırında kaşarlar eriyene kadar pişiriyoruz.(İsterseniz tepsiyi folyo veya kağıtla örtmeyebilirsiniz ama o zaman maydanozları yemek fırından çıktıktan sonra üstüne serpin.)

Basit ve çok lezzetli bir yemek.Tavsiye ederim.

Afiyet olsun!

21 Ekim 2010 Perşembe

Kefir


Havalar soğuyunca evimizde yeni kefir sezonu açıldı.Yazın çok sıcak olduğu için mayası bozulabiliyor.Geçen sene derin dondurucuya attıklarımdan biraz çıkardım ve tekrar mayalamaya başladım.Ali geçen sene çok severek içiyordu,ama bu sene için şüpheliydim açıkçası.Malum çocukların yemek konusundaki fikirleri değişebiliyor.Bir gün çok severek yediğini ertesi gün istemiyor,sevmediği bir şeyi biraz zaman geçince severek yiyor.Allahtan korktuğum başıma gelmedi ve yine severek içmeye başladı.
Kefir bildiğiniz üzere anavatanı Kafkaslar olan bir fermente süt içeceği.Faydaları saymakla bitmiyor:
Dost bakteriler olarak adlandırılan, bağırsak sisteminde tutunma özelliği olan probiyotik bakteriler içeriyor. Bir kaşık kefirde 70-100 milyon arası probiyotik bakteri bulunmaktadır.

Kefirde doğal olarak bulunan işbirlikçi bakteriler bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Bu özelliği ile simbiyotik bir etkileşim alanı oluşturuyor.

İçerdiği diğer vitamin, mineral ve proteinler kolay ve tamamen sindirildiği için enfeksiyonlara karşı koruyucu, doğal antibiyotik görevini yerine getiriyor.

Kefir; doğal sağlık iksiridir.

Kefirin yoğurttan artı olarak özelliği; sindirim sistemini temiz tutarak konakçı olan diğer faydalı organizmalar için besin sağlamasının yanı sıra sindirim sistemini kolonize etmesidir.

Kefirde, yoğurtta bulunmayan faydalı bakterilerden Lactobacillus cancasus,Leuconostoc Acetobacter türleri ve Streptococcus türleri bulunmaktadır.

Kefirin yapısı ; vücut için yıkıcı patojen özellikte olan mayaların gelişimini kontrol altına alan ve emiline eden saccharomyces kefir ile torula kefir gibi mayaları da içermektedir.
Kefir; sindirim sisteminde zararlı bakteri ve mayaların bulunduğu ortamda mukoz asta yapı oluşturarak ortamı temizler ve bağırsakların direncini arttırır. Bu nedenle escherichia coli gibi patojenlere ve diğer bağırsak parazitlerine karşı daha dirençli bir yapı oluşturur.

Kefir; sindirim sisteminde tam beslenme sağlamaktadır.

Kefirde bulunan bakteri ve mayalar, tam olarak parçalanmamış besinlerin sindirimine etkin bir şekilde yardımcı olarak besin kaybını önlemektedir.
Kefirin ; yoğurda nazaran daha ince tanecikli yapıda olması nedeniyle gerek bebekler gerek yaşlılar gerekse sindirim bozuklukları olanlar için kullanımı kolaylaşmaktadır. Mide ve bağırsaklarda şişkinlik yapmamaktadır.

Kefirdeki laktoz oranı fermente işleminden sonra süte nazaran çok azalmaktadır. Laktoza duyarlı kişiler rahatlıkla içebilirler.

Ayrıca kefirde bulunan CO2 de sindirimi kolaylaştırıcı etki yapmaktadır.

Başta B12 olmak üzere B grubu vitaminleri sentezlemiş olarak barındıran kefirdeki L(+) süt asidi kolayca sindirilmektedir.

Bileşiminde eksogen yağ asitleri ve aminoasitleri de bulunmaktadır.

Kefir; her derde deva şifa kaynağıdır.

Kefirde bol miktarda bulunan ve esansiyel aminoasitlerden birisi olan triptofan , mineral maddelerden kalsiyum ve magnezyum sinir sistemi üzerinde rahatlatıcı etki yapmaktadır.Mineraller ayrıca kemik ve kas yapısını güçlendirmektedir.
Kefirdeki vitaminler kan dolaşımını düzenleyip, kan bozukluklarını giderir. Kandaki antikorları kuvvetlendirip arttırırlar.

Kefir; Hepatit A ve B hastalıklarının tedavisinde yardımcı rol oynamaktadır.

Kefir; doğal enerji kaynağıdır.
Diğer ikinci önemli mineral madde olan fosfor; hücre gelişimi ve enerji ihtiyacı için karbonhidratların ,yağların ve proteinlerin vücuda yararlı olması için büyük kolaylıklar sağlamaktadır.

Tansiyon üzerine renin-anjiotensin etkisi yaparak düzenleme görevi görür.
Kefirdeki fosfor hücrelerin büyüme,bakım ve onarım işlemleri için protein sentezine katılır.

Kefir ; doğal antibiyotiktir.

Kefirde oluşan Asetik asit , H2O2 gibi antibakteriyel maddeler ve doğal antibiyotikler ; E.coli ( Tüberküloz – Verem ), Salmonella
( Malta Humması ) gibi patojen bakterilere karşı koruyucu kalkan etkisi yapmaktadır.

Bileşimindeki bulunan mucize mineral selenyum, hücreler üzerinde antioksidatif etki göstermektedir. Kansere karşı çok önemli faktör olarak değerlendirilen selenyum etkisi, kalp hastalıklarını önlemekte, yaşlanmayı yavaşlatmakta, cinsel gücün devamlılığında popüler bir antioksidan olarak günümüzde öne çıkmıştır.

Kefir; doğal gençlik iksiridir.
Yaşamımız boyunca mükemmel olarak işleyen vücudumuz, yaşımız ilerledikçe dışarıdan gelen saldırılara karşı koruyucu kalkanlarını yitirmektedir. Toksik maddeler, cildi tahrip eden serbest radikaller, ağır metaller, hava kirliliğinden oluşan karbon monoksit gibi zararlı gazlar vücudumuzu bir nevi paslandırmaktadır. Kanser tümörü oluşumu aşamasında oksidasyon sonucu oluşan hücre dışı yapılar hücre bozulmalarına yol açmaktadır.
Doğru beslenme ile alacağımız vitamin ve mineraller paslanmayı giderir ve güçlü bir temizlik işlemi yapar. Dolayısıyla yaşlanmayı yavaşlatır ve birçok hastalığın oluşumunu engeller. Kefirdeki antioksidan vitamin ve mineraller hücre yenilenmesini sağlar.

Kefir; biyolojik olarak insan metabolizmasının sürekli yenilenmesini sağlar.

Kefir sağlıklı ve doğal beslenmeyi sistemize ettiğinden çeşitli hormonların seviyelerini dengeler ve normalleştirir. Başta üreme hormonları olmak üzere kortizol, ensülin ve beyinde önemli işlevi olan serotonin (mutluluk) hormonu ile adrenalin hormonu üzerinde olumlu etkiler yapar.

Kefir mide ve pankreas gibi bazı organların salgılarını arttırarak başta ülser olmak üzere sindirim rahatsızlıklarına karşı iyileştirici rol oynar.
Taneleri karnabahara benziyor.Yapılışı ise gayet basit:
  • Kefir tanelerini cam bir kavanoza (tercihen plastik kapaklı) koyuyorum.Oda sıcaklığındaki sütü ( kaynatılmış çiğ süt veya günlük pastörize süt) üzerine ekliyorum.Yarım litre süte 2-3 çorba kaşığı kefir tanesi yeterli gelecektir.
  • Kapağını çok sıkı olmayacak biçimde kapattıktan sonra ışık almayan bir dolaba üzerine küçük bir mutfak havlusu sararak koyuyorum.
  • Benim mayalama sürem yaklaşık 24 saat.Siz isterseniz,istediğiniz kıvama bağlı olarak daha uzun da mayalayabilirsiniz.Yalnız mayalama süresi uzadıkça içindeki alkol oranı artıyor ve tadı daha ekşi oluyor.
  • Kavanozu açmadan önce hafifçe çalkalayıp plastik bir süzgeçten geçiriyorum.Bu nokta önemli çünkü kefir tanelerine metal değmemesi gerekiyor.
  • İyice süzdükten sonra süzgeçte kalan taneleri musluğun altında sudan geçirip üzerilerinde kalan sütten arındırıyorum.(Bazı yerlerde içme suyuyla yıkanması tavsiye ediliyor ama ben hep musluk suyuyla yıkadım,hiçbir bozulma olmadı.)
  • Tekrar temiz bir kavanoza doldurup işleme baştan başlıyorum.

Süzdüğünüz kefiri içeceğiniz zamana kadar buzdolabında saklayabilirsiniz.Ben sabahları yapıyorum,akşama kadar buzdolabına koyuyorum.Ali akşam yemeğinde içiyor,biz de duruma bağlı olarak ya yemekte ya da yatmadan önce içiyoruz.Sağlıklı beslenmeyle pek alakası olmayan Eren bile çok severek içiyor,hatta 'Hadi,ne zaman yapacaksın kefir?' diye sorup duruyordu mayalamadığım zamanlarda. :)
Ha unutmadan,mayaladıkça kefir taneleri çoğalıyor.Çoğaldıkça ayırıp küçük kavanozlara alıyorum,üstüne süt ekleyip derin dondurucuya atıyorum.Uzun süre yapamayacak olduğunuzda da aynı işlemi uygulayabilirsiniz.Ama birkaç gün yapamayacak iseniz yine bir kavanoza alıp üstünü örtecek kadar içme suyu veya süt koyup buzdolabına koyabilirsiniz.Ara verdikten sonra ilk 2-3 gün tam tadını bulamayabilir,sonra tekrar toparlıyor.Bozulduğunu tanelerin değişen yapısından anlayabilirsiniz ama zaten kolay kolay bozulmuyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...