31 Ekim 2010 Pazar

Meme vermek hayat vermektir...

Annelik tarzını çok beğendiğim,kendime yakın bulduğum sevgili Işıl'ın blogunda görüp dinledim bu şarkıyı ilk. Sizlerle de paylaşmak istedim.


Dar la teta es dar vida...To give breast is to give life...

Meme vermek hayat vermektir...



29 Ekim 2010 Cuma

İki reklam

İlkini ne kadar çok sevdiysem,ikincisinden de o kadar nefret ettim!






































26 Ekim 2010 Salı

Mmmm...Nefis bir levrek tarifi!

Bu akşam yaptığım ve ailecek bayılarak yediğimiz bir tarifi paylaşmak istiyorum:

Mantarlı ve kaşarlı levrek (3 kişilik)

Malzemeler:

2 adet deniz levreği (derisi ve kılçıkları çıkarılmış,iri kuşbaşı doğranmış)
1/2 çay bardağı zeytinyağı
1 paket mantar (350-400 gr.)
6-7 tane taze soğan ( beyaz kısımlarını doğruyoruz sadece)
2-3 domates
3-4 yeşil biber (isteğe bağlı,yoksa veya mevsimi değilse kullanmayabilirsiniz)
1/2 limon suyu
un
tuz
maydanoz
kaşar rendesi

Yapılışı:

Levrekleri unluyoruz,süzgece alıp fazla ununu silkeliyoruz.Zeytinyağını büyükçe bir tavada kızdırıp balıkları atıyoruz.10 dk kadar soteleyip,kenara alıyoruz.

Tavada yağ kalmadıysa biraz daha ekleyip doğradığımız mantarları suyunu çekene kadar kavuruyoruz.Doğradığımız biber ve soğanları atıp çevirmeye devam ediyoruz.Domates rendesini ekliyoruz,yarım limon suyunu da koyup,tuzunu ayarlıyoruz.10 dk kadar daha pişiriyoruz.Sonra kenara aldığımız balıkları da tavaya ekleyip hepsini beraber 3-4 kere harmanlıyoruz.

Bütün malzemeyi fırın tepsisine alıyoruz.Bu esnada gözünüze hiç suyu kalmamış gibi görünürse biraz sıcak su ekleyebilirsiniz.Üstüne ince doğranmış maydanoz ve bol kaşar rendesi serpip alüminyum folyo veya yağlı kağıtla kapatıyoruz.Önceden ısıtılmış fırında kaşarlar eriyene kadar pişiriyoruz.(İsterseniz tepsiyi folyo veya kağıtla örtmeyebilirsiniz ama o zaman maydanozları yemek fırından çıktıktan sonra üstüne serpin.)

Basit ve çok lezzetli bir yemek.Tavsiye ederim.

Afiyet olsun!

21 Ekim 2010 Perşembe

Kefir


Havalar soğuyunca evimizde yeni kefir sezonu açıldı.Yazın çok sıcak olduğu için mayası bozulabiliyor.Geçen sene derin dondurucuya attıklarımdan biraz çıkardım ve tekrar mayalamaya başladım.Ali geçen sene çok severek içiyordu,ama bu sene için şüpheliydim açıkçası.Malum çocukların yemek konusundaki fikirleri değişebiliyor.Bir gün çok severek yediğini ertesi gün istemiyor,sevmediği bir şeyi biraz zaman geçince severek yiyor.Allahtan korktuğum başıma gelmedi ve yine severek içmeye başladı.
Kefir bildiğiniz üzere anavatanı Kafkaslar olan bir fermente süt içeceği.Faydaları saymakla bitmiyor:
Dost bakteriler olarak adlandırılan, bağırsak sisteminde tutunma özelliği olan probiyotik bakteriler içeriyor. Bir kaşık kefirde 70-100 milyon arası probiyotik bakteri bulunmaktadır.

Kefirde doğal olarak bulunan işbirlikçi bakteriler bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Bu özelliği ile simbiyotik bir etkileşim alanı oluşturuyor.

İçerdiği diğer vitamin, mineral ve proteinler kolay ve tamamen sindirildiği için enfeksiyonlara karşı koruyucu, doğal antibiyotik görevini yerine getiriyor.

Kefir; doğal sağlık iksiridir.

Kefirin yoğurttan artı olarak özelliği; sindirim sistemini temiz tutarak konakçı olan diğer faydalı organizmalar için besin sağlamasının yanı sıra sindirim sistemini kolonize etmesidir.

Kefirde, yoğurtta bulunmayan faydalı bakterilerden Lactobacillus cancasus,Leuconostoc Acetobacter türleri ve Streptococcus türleri bulunmaktadır.

Kefirin yapısı ; vücut için yıkıcı patojen özellikte olan mayaların gelişimini kontrol altına alan ve emiline eden saccharomyces kefir ile torula kefir gibi mayaları da içermektedir.
Kefir; sindirim sisteminde zararlı bakteri ve mayaların bulunduğu ortamda mukoz asta yapı oluşturarak ortamı temizler ve bağırsakların direncini arttırır. Bu nedenle escherichia coli gibi patojenlere ve diğer bağırsak parazitlerine karşı daha dirençli bir yapı oluşturur.

Kefir; sindirim sisteminde tam beslenme sağlamaktadır.

Kefirde bulunan bakteri ve mayalar, tam olarak parçalanmamış besinlerin sindirimine etkin bir şekilde yardımcı olarak besin kaybını önlemektedir.
Kefirin ; yoğurda nazaran daha ince tanecikli yapıda olması nedeniyle gerek bebekler gerek yaşlılar gerekse sindirim bozuklukları olanlar için kullanımı kolaylaşmaktadır. Mide ve bağırsaklarda şişkinlik yapmamaktadır.

Kefirdeki laktoz oranı fermente işleminden sonra süte nazaran çok azalmaktadır. Laktoza duyarlı kişiler rahatlıkla içebilirler.

Ayrıca kefirde bulunan CO2 de sindirimi kolaylaştırıcı etki yapmaktadır.

Başta B12 olmak üzere B grubu vitaminleri sentezlemiş olarak barındıran kefirdeki L(+) süt asidi kolayca sindirilmektedir.

Bileşiminde eksogen yağ asitleri ve aminoasitleri de bulunmaktadır.

Kefir; her derde deva şifa kaynağıdır.

Kefirde bol miktarda bulunan ve esansiyel aminoasitlerden birisi olan triptofan , mineral maddelerden kalsiyum ve magnezyum sinir sistemi üzerinde rahatlatıcı etki yapmaktadır.Mineraller ayrıca kemik ve kas yapısını güçlendirmektedir.
Kefirdeki vitaminler kan dolaşımını düzenleyip, kan bozukluklarını giderir. Kandaki antikorları kuvvetlendirip arttırırlar.

Kefir; Hepatit A ve B hastalıklarının tedavisinde yardımcı rol oynamaktadır.

Kefir; doğal enerji kaynağıdır.
Diğer ikinci önemli mineral madde olan fosfor; hücre gelişimi ve enerji ihtiyacı için karbonhidratların ,yağların ve proteinlerin vücuda yararlı olması için büyük kolaylıklar sağlamaktadır.

Tansiyon üzerine renin-anjiotensin etkisi yaparak düzenleme görevi görür.
Kefirdeki fosfor hücrelerin büyüme,bakım ve onarım işlemleri için protein sentezine katılır.

Kefir ; doğal antibiyotiktir.

Kefirde oluşan Asetik asit , H2O2 gibi antibakteriyel maddeler ve doğal antibiyotikler ; E.coli ( Tüberküloz – Verem ), Salmonella
( Malta Humması ) gibi patojen bakterilere karşı koruyucu kalkan etkisi yapmaktadır.

Bileşimindeki bulunan mucize mineral selenyum, hücreler üzerinde antioksidatif etki göstermektedir. Kansere karşı çok önemli faktör olarak değerlendirilen selenyum etkisi, kalp hastalıklarını önlemekte, yaşlanmayı yavaşlatmakta, cinsel gücün devamlılığında popüler bir antioksidan olarak günümüzde öne çıkmıştır.

Kefir; doğal gençlik iksiridir.
Yaşamımız boyunca mükemmel olarak işleyen vücudumuz, yaşımız ilerledikçe dışarıdan gelen saldırılara karşı koruyucu kalkanlarını yitirmektedir. Toksik maddeler, cildi tahrip eden serbest radikaller, ağır metaller, hava kirliliğinden oluşan karbon monoksit gibi zararlı gazlar vücudumuzu bir nevi paslandırmaktadır. Kanser tümörü oluşumu aşamasında oksidasyon sonucu oluşan hücre dışı yapılar hücre bozulmalarına yol açmaktadır.
Doğru beslenme ile alacağımız vitamin ve mineraller paslanmayı giderir ve güçlü bir temizlik işlemi yapar. Dolayısıyla yaşlanmayı yavaşlatır ve birçok hastalığın oluşumunu engeller. Kefirdeki antioksidan vitamin ve mineraller hücre yenilenmesini sağlar.

Kefir; biyolojik olarak insan metabolizmasının sürekli yenilenmesini sağlar.

Kefir sağlıklı ve doğal beslenmeyi sistemize ettiğinden çeşitli hormonların seviyelerini dengeler ve normalleştirir. Başta üreme hormonları olmak üzere kortizol, ensülin ve beyinde önemli işlevi olan serotonin (mutluluk) hormonu ile adrenalin hormonu üzerinde olumlu etkiler yapar.

Kefir mide ve pankreas gibi bazı organların salgılarını arttırarak başta ülser olmak üzere sindirim rahatsızlıklarına karşı iyileştirici rol oynar.
Taneleri karnabahara benziyor.Yapılışı ise gayet basit:
  • Kefir tanelerini cam bir kavanoza (tercihen plastik kapaklı) koyuyorum.Oda sıcaklığındaki sütü ( kaynatılmış çiğ süt veya günlük pastörize süt) üzerine ekliyorum.Yarım litre süte 2-3 çorba kaşığı kefir tanesi yeterli gelecektir.
  • Kapağını çok sıkı olmayacak biçimde kapattıktan sonra ışık almayan bir dolaba üzerine küçük bir mutfak havlusu sararak koyuyorum.
  • Benim mayalama sürem yaklaşık 24 saat.Siz isterseniz,istediğiniz kıvama bağlı olarak daha uzun da mayalayabilirsiniz.Yalnız mayalama süresi uzadıkça içindeki alkol oranı artıyor ve tadı daha ekşi oluyor.
  • Kavanozu açmadan önce hafifçe çalkalayıp plastik bir süzgeçten geçiriyorum.Bu nokta önemli çünkü kefir tanelerine metal değmemesi gerekiyor.
  • İyice süzdükten sonra süzgeçte kalan taneleri musluğun altında sudan geçirip üzerilerinde kalan sütten arındırıyorum.(Bazı yerlerde içme suyuyla yıkanması tavsiye ediliyor ama ben hep musluk suyuyla yıkadım,hiçbir bozulma olmadı.)
  • Tekrar temiz bir kavanoza doldurup işleme baştan başlıyorum.

Süzdüğünüz kefiri içeceğiniz zamana kadar buzdolabında saklayabilirsiniz.Ben sabahları yapıyorum,akşama kadar buzdolabına koyuyorum.Ali akşam yemeğinde içiyor,biz de duruma bağlı olarak ya yemekte ya da yatmadan önce içiyoruz.Sağlıklı beslenmeyle pek alakası olmayan Eren bile çok severek içiyor,hatta 'Hadi,ne zaman yapacaksın kefir?' diye sorup duruyordu mayalamadığım zamanlarda. :)
Ha unutmadan,mayaladıkça kefir taneleri çoğalıyor.Çoğaldıkça ayırıp küçük kavanozlara alıyorum,üstüne süt ekleyip derin dondurucuya atıyorum.Uzun süre yapamayacak olduğunuzda da aynı işlemi uygulayabilirsiniz.Ama birkaç gün yapamayacak iseniz yine bir kavanoza alıp üstünü örtecek kadar içme suyu veya süt koyup buzdolabına koyabilirsiniz.Ara verdikten sonra ilk 2-3 gün tam tadını bulamayabilir,sonra tekrar toparlıyor.Bozulduğunu tanelerin değişen yapısından anlayabilirsiniz ama zaten kolay kolay bozulmuyor.

17 Ekim 2010 Pazar

Evde doğumu sonuna kadar destekliyorum!


Çok etkilendim peaceful parenting sitesinde gördüğüm,sezaryen kesisi izini gösteren aşağıdaki resimden:








Balta unutur...Ağaç hatırlar...( Afrika atasözü )



Ve aşağıdaki şiir:



Because we are too short,
too tall,
too thin,
too small of foot,
too old,
too young,
too wide,

and our pelvises are too narrow,
too small,
too untried,
or unproven,
or the wrong shape,


and our uteruses are too scarred,
or pointing the wrong way,


or we are too multiparous,
too fertile,
too infertile,
too female,
too small,
too big,
too fat,
too emotional,
too detached,
too strong,
too weak,
too intelligent,
too well designed to birth,
not designed well enough,


and our vaginas are too scarred,
too unproven,
not stretchy enough,
or too stretchy,


and we're too inconvenient,
too unpredictable,
too demanding,
too informed,
too loud,
too messy,


and our bodies labour too long,
or not long enough,


and our cervices don't dilate 1 cm an hour on command,


and because when you hire a surgeon you get surgery,


and hospitals are for sick people,


and for so many other reasons,


we are part of the HOMEBIRTH movement.


~ Janet Fraser


Bütün hislerimi dile getirmiş.


Normal seyreden bir hamilelik süreci sonunda gerek ilk doğumda,gerekse sezaryen sonrası vajinal doğumda,en yakın hastaneye makul bir sürede ulaşım şartıyla, evde doğumu sonuna kadar destekliyorum.En doğrusu olduğuna inanıyorum.

12 Ekim 2010 Salı

Küçük istavritin öyküsü

Bunu da yıllardır cüzdanımda taşırım.Ama hangi gazeteden,ne zaman kesmişim hatırlamıyorum.Şairi de yazmıyor altında ama şu anda google'dan baktım,Serdar Sıralar'ın şiiriymiş.

Nedendir bilmem,son üç mısrasını her okuduğumda boğazım düğümlenir,ağlayacak gibi olurum...



KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği,
sonra hızla çekildi yukarıya...

Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
bir yanda büyük bir merak,
bir yanda ölüm korkusu.

"Dudağı yarıklar" denir, şanslıdır onlar,
hani görüp de gökyüzünü, insanı,
oltadan son anda kurtulanlar...
ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı; yolun sonu.

Koca denizlere sığmazdı yüreği.
oysa, şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden,
bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı, bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu.
yürüdüm deniz kenarına bir öpücük kondurdum başına,
iki damla gözyaşından ibaret
sade bir törenle, saldım denizin sularına.

Bir an öylece bakakaldı
sonra sevinçle dibe daldı.
gitti tüm kederimi söküp atarak,
teşekkürü de ihmal etmemişti.
bir kaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu, niye?
"Bir gün dedim, bulursam kendimi
yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,
son ana kadar hep bir umudum olsun diye..."

10 Ekim 2010 Pazar

Kararsızlığımız!

Gabriel Garcia Marquez'den...



''Yaşlı ve çirkin tüccar,karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş.Sabaha karşı,yaşlı adamın uykuya dalmasını bilen genç kadın,soyguncu dostlarını çağırmış.Ne var ki tüccar,uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya,dövüşmeye başlamış.Haydutlar ne kadar vururlarsa vursunlar,bu zayıf ve çirkin bedende hiç yara açılmadığını,can alıcı darbelerin hiç iz bırakmadığını görmüşler.En keskin bıçak,en acımasız kılıç bile tüccara bir şey yapamıyormuş.

Sonunda korkup kaçmışlar.Dövüşü izleyen kadın,yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş,bir kez daha,ama bu kez 'aşk' adına tüccarla sevişmek istemiş.Onu hayranlıkla,arzuyla,şefkatle okşamaya başlamış.Gelgelelim,kadının her dokunuşunda tüccarın bedeninde yeni bir yara beliriyormuş.

Dövüşün,bıçakların,kılıçların açtığı yaralarmış bunlar...

Yaralar,içten bir şefkat ve ilgi görene kadar gizli kalmışlar.Sonunda tüccar kanlar içinde kadının kollarına yığılıp ölmüş.''



Tam da bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz?Aşktan bunca korkmamız da bu yüzden değil mi?Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz.Çünkü zaten,her yanımız kılıç yaralarıyla dolu.Ama bir şekilde kapanmış,kabuk bağlamış yaralar onlar...

Nasıl yapmışsak yapmışız,üstesinden gelmişiz.Ama biri,o kabuk tutmuş yaraları okşamaya başladığında,yaralar tekrar açılıveriyor ve hepsinden oluk oluk kan akmaya başlıyor.Birine teslim olduğumuzda,kendimizi anlatmaya başladığımızda,içimizi döktüğümüzde,bedenimiz ve ruhumuz kan revan içinde kalıveriyor.

O yüzden değil mi kendimizi tutmamız?Birine teslim olmaktan korkmamız?

''Anlatsam mı anlatmasam mı?'' kararsızlığımız...


Bu kısa hikayeyi yıllar önce Milliyet'te Melih Aşık'ın köşesinde okumuş,beğenmiştim.Hatta kesip cüzdanıma koymuştum.

Paylaşmak istedim.

7 Ekim 2010 Perşembe

SSVD(Sezaryen sonrası vajinal doğum)





Son anda yapılan ve 'kurtarma operasyonu' olarak tabir edilebilecek bir sezaryen ameliyatı dışında,sezaryen olmuş olan hemen her kadın sonradan doğumunu sorgular.''Acaba''lar ve ''keşke''ler zihninde uçuşur durur.Normal doğumu 'anormal' bulan,belli bir tarihte çocuğu aldırıvermeyi(!),burcunu belirlemeyi,önemli bir tarihe denk getirmeyi vb. normal sayanlar konumuzun dışında tabii.





Bu iç hesaplaşmalardan sonra ikinci veya üçüncü gebelik dönemi gelir çatar ve iç sesini dinleyerek,doğumun o muhteşemliğinin,o büyülü anın tadına varmayı isteyen her kadın resimdeki soruyu sorar kendine:SSVD? Tekrar sezaryen?


Ülkemizde bilinen 'bir kere sezaryen hep sezaryen' yargısı artık değişiyor.Gerek Türkiye'de gerkse dünyada SSVD yapan kadınların sayısı her geçen gün artıyor.




Dr.Kağan Kocatepe'nin hemen hemen bütün gebelerce takip edilen http://www.gebelik.org/ adresinden alıntılıyorum aşağıdaki yazıyı:




Günümüzde sezaryenle doğum yapmış olan anne adayı sayısı, tarihte hiç bir zaman görülmemiş kadar yüksektir. Bunun en önemli nedenleri arasında, bundan yaklaşık 25 yıl önce Amerika’da “sezaryenin en iyi doğum şekli olduğu” konusundaki görüşü benimseyen ve bu görüşü uluslararası platforma taşıyarak diğer ülke doktorlarını da etkileyen (ve dolaylı yoldan anne adaylarını) ikna eden doktorların varlığı yer alır. Bundan tek etkilenmeyen ülkenin Almanya olduğu tahmin edilmektedir.





Amerika’da bu sezaryen “furyası” 1986′da maksimuma ulaşmış olup, o zamanlar %30-40′larda olan sezaryen oranları, son yıllarda düşüş göstermeye başlamıştır. Bu düşüşe en etkili olan olaylardan biri de sezaryen sonrası vajinal doğumun mümkün olduğunun anlaşılması ve klinik durumu uygun olan anne adaylarına bunun uygulanmasıdır.





Ülkemizde de özellikle İstanbul’da sezaryenle doğum oranları bazı hastanelerde dikkat çekecek kadar yüksektir. Tıp Fakülteleri gibi, daha çok yüksek riskli hastaların sevkedildiği merkezler hariç bırakılırsa, özellikle özel hastanelerin bir kısmında sezaryenle doğum oranları, normal doğum oranlarından yüksektir.




Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) hem riski düşük hem de riski yüksek anne adayı tedavisi üstlenen bir merkezin ortalama sezaryen oranının %17 olması gerektiği görüşünü savunmaktadır. DSÖ, bir merkezin sezaryen oranının bu oranın üstüne çıkması durumunda, o merkezin “sezaryen yapılma nedenlerini tekrar gözden geçirmesi gerektiği” görüşünü taşımaktadır.




Günümüzde çoğu merkezde oran %15-25 arasında değişmekte ve merkezlerin önemli bir kısmında önde gelen sezaryen nedeni daha önceki doğumun (ya da doğumların) sezaryenle gerçekleşmiş olmasıdır.
Sezaryen kararı verirken en önemli etken elbette kitabi bilgiler ve DSÖ verileri değil, doğuma yardım eden kişinin (yani kadın-doğum uzmanının) o doğum hakkında taşıdığı histir. Bu karar da doktorun edindiği tecrübelere, doğumun yapılacağı yerin koşullarına, anne adayının ikna olması gibi faktörlerle yakından ilişkilidir.







Sezaryen sonrası neden yine sezaryen?





Sezaryen ne kadar usulüne uygun olarak gerçekleşirse gerçekleşsin her seferinde uterusta bir “yara izi” bırakır. Bu yara izi de ne kadar iyileşirse iyileşsin, yeni bir gebelikte uterus yeniden büyümeye başladığında ve doğum eyleminde meydana gelen kasılmaların etkisiyle oluşan gerginlik nedeniyle açılmaya ve ileri durumlarda yırtılmaya eğilim gösterir. Bu açılma eğilimi özellikle önceki sezaryendeki uterus kesisi (cilt kesisiyle karıştırılmamalıdır) “klasik” yani dikey olanlarda yüksektir.





Ancak günümüzde sezaryenlerin önemli bir kısmı “alt segment yatay kesi” adı verilen uterus kesisiyle uygulanmaktadır. Alt segment yatay kesi iyileştiğinde yeni bir gebelik ve doğum eyleminde bu tür kesiler çok daha az gerilir ve açılma ve yırtılma olasılıkları çok daha düşüktür.






Daha önce sezaryenle doğum yapmış bir anne adayında bu neden pelvis (“çatı”) darlığı gibi yeni gebelikte de devam eden bir olaysa, zaten aynı neden devam etmektedir. Bu nedenle bariz pelvis darlığı olan bir anne adayı tüm doğumlarını sezaryenle gerçekleştirme durumundadır. Ancak şu da bilinmelidir ki, bariz pelvis darlığı gerçekte çok sık rastlanan bir durum değildir






Bir anne adayının geçirmiş olduğu sezaryen sayısı arttıkça artan riskler nelerdir?




Sezaryen sayısı arttıkça uterusa yapılan kesi sayısı artar ve oluşan nedbe dokusu yeni bir gebelikte gerilerek açılmaya ve yırtılmaya daha da duyarlı hale gelir.




Sayı arttıkça ameliyata bağlı, ameliyatın doğal sonucu olarak karın içinde meydana gelen yapışıklıklar artar. Bu yapışıklıklar yeni bir ameliyatta uterusa ulaşılmasını zorlaştırabilir ve/veya uterusa ulaşılmaya çalışılırken mesane gibi komşu organların zedelenmesine neden olabilir.




Sayı arttıkça doğası gereği uterus kesisi yakınlarında yerleşim göstermeyi “seven” plasentanın doğum kanalına yakın ve hatta bu kanalı kapatacak şekilde yerleşme olasılığı artar. Placenta previa adı verilen bu durum, plasenta dokusu uterusun kas liflerinin içinde yerleştiği durumda (accreata-”akreata” okunur) daha da karmaşık bir hal alır ve cerrahi işlemin seyrini zorlaştırabilir ve oldukça komplike hale sokabilir.






Bir kadın maksimum kaç kez sezaryen olabilir?




Yukarıda bahsedilen riskler daha önceden bir kez sezaryenle doğum yapmış bir kadının yeni bir gebelik ve doğum eyleminde nispeten az ortaya çıkarlar. Ancak özellikle ikinci sezaryen sonrasında üçüncü bir sezaryen uygulanan kadınlarda yukarıda bahsedilen risklerin sayısı sezaryen sayısı arttıkça eksponansiyel (“sayı arttıkça her artışta daha da hızlı artan” bir şekilde) artış gösterir. Ortadoğu ülkeleri gibi çocuk sayısının özellikle “önemli” olduğu ülkelerde kadınlara 8 adet sezaryene kadar uygulandığı literatürde görülmektedir. Yine de bir kadın için olan mantıklı olanı ideal olarak iki, maksimum üç sezaryenle ailesini tamamlamasıdır.





Hangi ülkelerde SSVD uygulanıyor?




Amerikada %19.9, Norveçte %5.7, İsveçte %53 anne adayına SSVD önerilmekte ve uygulanmaktadır.





SSVD uygulanması için gerekli koşullar nelerdir?





Anne adayı SSVD konusunda istekli olmalı ve zorlanmamalıdır.




Anne adayının pelvis (“çatı”) yapısı normal doğum yapmaya uygun olmalıdır.



Anne adayında uterus şekil bozukluğu, ya da önceki doğumlarında uterusun yırtılması gibi bir durum söz konusu olmamalıdır.




Anne adayı daha önceden yatay kesili bir ya da en fazla iki sezaryen geçirmiş olmalıdır.


Bu açıdan her çiftin sezaryen sonrası hastaneden taburcu olurken kendisine verilen ameliyat notunu muhafaza etmesi (veya bunun verilmesini talep etmesi) çok önemlidir. Zira önceki sezaryende yatay kesi kararı verilerek başlanmış bir sezaryen çeşitli nedenlerle dikey kesiye dönüştürülmüş olabilir ve bu da ameliyat raporunda belirtilir. Böyle bir durumda SSVD’dan vazgeçmek gerekebilir.


SSVD uygulanacak merkezin koşulları çok önemlidir. SSVD uygulandığında tüm eylem boyunca bebeğin kalp atışları ve uterus kasılmaları yakından izlenmeli, acil bir sezaryen için ekip ve ameliyathane hazır bulunmalı, merkezde anne ve bebek yoğun bakım ünitesi bulunmalıdır.




Hangi durumlarda SSVD uygulanması sakıncalıdır?





Daha önce dikey klasik insizyonla sezaryen öyküsü




Uterusun doğum eyleminde yırtılması (rüptür) öyküsü




Daha önce çeşitli nedenlerle uterusa yapılmış cerrahi işlemlerde uterusa derin kesiler yapılmış olması (myom operasyonlarında olduğu gibi).


Mevcut gebelikte normal doğumu zorlaştıracak etkenlerin varlığı (iri bebek gibi)




Daha önceki sezaryen nedeninin devam etmesi (dar pelvis gibi)





İkiz gebelik, makat gelişi, miad geçmesi gibi nedenler tam bir engel teşkil etmemekle birlikte SSVD uygulanırken çok daha dikkatli olunması gereken durumlardır.




SSVD karar verildiğinde bunun başarıyla sonuçlanma (vajinal doğumun gerçekleşmesi) olasılığı nedir?




SSVD için ideal şartlar taşıyan bir anne adayının sağlıklı bir şekilde vajinal doğum yapma olasılığı %75 civarındadır.




Geriye kalan %25 anne adayında çeşitli nedenlerle SSVD yarıda kesilir ve sezaryenle doğuma geçilir. SSVD’nin yarıda kesilmesinin en önemli nedenleri arasında doğum eyleminin yeterince hızlı ilerlememesi yer alır. Bunun dışında eski dikiş yerinin açılma ve yırtılma şüphesi varlığında da doğum sezaryenle gerçekleştirilir.




Daha önceden yatay kesi ile sezaryen olmuş bir anne adayında uygun koşullar varlığında eski kesi yerinin açılma ve/veya yırtılma olasılığı yaklaşık binde iki-%1′dir.




Özetle sezaryenle doğum yapmış olmak, takip eden doğumların mutlaka sezaryenle gerçekleşmesi gerektiği anlamına gelmez. SSVD önceki sezaryeni fetal distres veya makat gelişi gibi o gebeliğe özgü bir nedenden uygulanmış anne adaylarının vajinal yoldan doğum deneyimini yaşamaları için iyi bir seçenek teşkil eder. Ancak anne adayının gebeliği SSVD için uygun koşulları taşısa bile, SSVD uygulanacak merkezin koşulları uygun değilse, ekip SSVD konusunda tecrübeli değilse, anne adayı SSVD konusunda istekli değilse ideal olanı sezaryen sonrası doğumun tekrar sezaryenle gerçekleşmesidir.











SSVD için olmazsa olmaz 2 şart var:Birincisi annenin gerçekten istekli ve kendine güveniyor olması.İkincisi ise sizi bu yolda destekleyecek bir doktor bulmak ve kendinize güvendiğiniz kadar doktorunuza da güvenmek.Gerçi,ülkemizde çoğu doktor sezaryene bahane ararken ve de bulup(!) anneyi yönlendirirken,bu konuda sizi destekleyecek doktoru çok da kolay bulamayabilirsiniz.Ama sayıları pek fazla olmasa da,var.Halihazırdaki doktorunuzu da-eğer karşı bir tutum sergilerse-okuyup bilgilenerek,öğrendiklerinizi paylaşarak,kararlılığınızı göstererek de ikna edebilirsiniz tabii,orası size kalmış.


SSVD yapmayı düşünenlere öncelikle mutlaka http://health.groups.yahoo.com/group/ssvd/ adresine üye olmalarını öneririm.Burada her türlü sorunuza cevap bulabilir,SSVD yapanların tecrübelerinden yararlanabilir,birbirinden güzel SSVD hikayeleri okuyabilirsiniz.Sitenin kurucusu Nilay Güler'le yapılan röportaj da burada.


Bunların dışında faydalanabileceğiniz adresler:


http://www.childbirth.org/section/VBACFAQ.html


http://en.wikipedia.org/wiki/Vaginal_birth_after_caesarean


http://www.americanpregnancy.org/labornbirth/vbac.html


http://www.vbac.com/




http://www.babycenter.com/0_vaginal-birth-after-cesarean-vbac_1420895.bc



4 Ekim 2010 Pazartesi

Doğadaki son çocuk

''...Doğayla ilişkimizdeki değişim ürkütücü boyutlarda.Daha yakın geçmişte yaz kampı denildiğinde çadırların kurulduğu,orman yürüyüşleri yapılan,bitki ve hayvanlar hakkında bilgi edinilen,hayaletler ya da dağ aslanlarıyla ilgili öykülerin anlatıldığı yerler anlaşılırdı.Bugün karşınıza çıkacak bir 'yaz kampı' büyük olasılıkla ya bir zayıflama kampı ya da bir bilgisayar kampı olacaktır.Yeni kuşak için doğa bir gerçeklikten çok bir soyutlamadır.Yakın zamanlı bir televizyon reklamında;bir dağda nefes kesici güzellikte bir dere boyunca hızla ilerleyen bir dört çeker arazi aracı gösteriliyor;arka koltukta iki çocuk,camların ardındaki manzaraya ve dereye ilgisiz,arabadaki açılır kapanır ekrandan film izliyorlar.

...Bu yoksunluğu gidermeye,yani çocuklarımızla doğa arasındaki zedelenmiş bağı onarmaya ihtiyacımız var;yalnızca estettik ya da vicdani duygularımız nedeniyle değil,aynı zamanda zihinsel,fiziksel ve manevi sağlığımız da buna bağlı olduğu için.Burada aynı zamanda yer kürenin sağlığı da söz konusu.Gençlerin doğaya bakışları ve kendi çocuklarını yetiştirme biçimleri,şehirlerimizin ve evlerimizin tasarımını ve koşullarını,yani günlük yaşamlarımızı da şekillendirecek.


...çocuklarımız televizyonun önüne oturduklarında tepelerine çöküyor ve çıkıp dışarıda oynamalarını istiyoruz.İyi ama nerede?Nasıl?Yeni bir organize spora başlayarak mı?Bazı çocuklar sürekli organize olmayı istemiyor.Hayal güçlerini çalıştırmak istiyorlar;bir su akıntısının onları nereye götüreceğini görmek istiyorlar.


...Amerikalı bir araştırmacı,bir çocuk kuşağının yalnızca iç mekanlarda yetiştirilmenin de ötesinde,küçük yerlere kapatıldığını öne sürüyor.Maryland Üniversitesi'nde hareketbilim profesörü Jane Clark'ın deyimiyle bu 'kutulanmış çocuklar' giderek daha fazla araba oturaklarında,mama sandalyelerinde ve hatta tv izlemek için yapılmış bebek oturaklarında zaman geçiriyor.Dışarı çıktıklarında genellikle,yine bir çeşit kutu olan pusetlere konuyor ve yürüyen ya da koşu yapan anne babalar tarafından itilerek hareket ettiriliyor.Çocuk kutulama işlemi büyük ölçüde güvenlik amacıyla yapılıyor olsa da çocukların uzun vadedeki sağlıkları riske atılıyor.''

TÜBİTAK'ın Popüler Bilim Kitapları serisinden çıkan ve Richard Louv tarafından kaleme alınan Doğadaki Son Çocuk-Çocuklarımızdaki doğa yoksunluğu ve doğanın sağaltıcı gücü , doğadan günbegün kopuşumuzun bedenimize,ruhumuza ne gibi zararlar verdiğini,bu zararların özellikle çocuklar üzerindeki etkisini yapılan birçok araştırmayla çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.


Doğada oynamanın suç haline gelişinden,doğanın yaratıcılığı nasıl beslediğine,bahçelerin ve ev hayvanlarının sağaltıcı gücünden,şehirlerin nasıl doğallaşacağına ilişkin birçok konu ayrıntılarıyla ele alınıyor.

Ben bu konuyu fazlasıyla önemsiyorum.En basitinden, Ali'yi her gün mutlaka dışarıya çıkarmaya çalışıyorum.Çıkaramazsam-ki 13 aydır bir elin parmaklarını geçmez herhalde çıkmadığımız günler-gün ışığı,güneş ışığından faydalandıramazsam,eli ayağı toprağa çimene değmezse,sanki yaşaması için mutlaka gerekli olan bir ilacı vermeyi unutmuşcasına huzursuz oluyorum.

Kitabın arkasında 'yapabileceğiniz 100 şey' adlı bölümde bir cümle var:''Kötü hava yoktur,yalnızca yanlış kıyafet vardır.'' İşte ne zamandır anlatmak istediğim şey buydu.

Genelleme yapacak olursak havaya çok bağımlı yaşayan bir toplumuz biz.Çok soğuk der çıkmayız,çok sıcak der çıkmayız.Bilmiyorum başka milletlerde havanın nasıl olduğu insanların gündelik hayatını bu kadar etkiliyor mudur?Sanmıyorum.

Bırakalım yağmur altında oynayıversin çocuğumuz bir kere de.Su birikintilerinde zıplasın,akan sularda kağıttan kayığını yüzdürsün.En fazla üşütür biraz,ne çıkar?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...